www.forumyok.forumm.biz
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Deneme Örnekleri ve Açıklaması

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
GeCe YaRıSı
Çaylak
Çaylak
GeCe YaRıSı


Kadın
Mesaj Sayısı : 1200
Yaş : 105
Kayıt tarihi : 29/07/09

Deneme Örnekleri ve Açıklaması Empty
MesajKonu: Deneme Örnekleri ve Açıklaması   Deneme Örnekleri ve Açıklaması Icon_minitimePtsi Ara. 14, 2009 1:10 am

TAHMINA

Deneme
Bir insanın herhangi bir konuda içini dökmek, paylaşmak amaçlı kesin
hükümlere varmadan samimi bir üslupla yazdığı yazılara deneme denir .

Deneme tür ve üslup olarak pek çok türe yaklaşır. Bu yüzden de
yazılması en zor olan türlerdendir. Belki de adı bu yüzden denemedir.
Deneme yazarken paylaşımcı ve samimi bir üslup kullanırken sohbete,
düşünmemizi ortaya koyarken fıkraya, duygularımızı ortaya koyarken
eleştiriye yaklaşma riski her zaman vardır.

Bu türün en büyük ustası Montaigne kitabının önsözünde özetle şöyle
demektedir: "Eğer mümkün olsaydı karşınıza anadan doğma çıkardım. Bu
kitapta size asla bir şey kanıtlama iddiam yoktur. Elimden geldiğince
size beni anlattım. Bana hak vermenizi ya da yargılamanızı istemiyorum"
buradan da anlaşıldığına göre denemeler iddialı olmayan, ispat kaygısı
taşımayan; temel anlamda insan doğallığına dayanan eserlerdir.

Deneme, Avrupa edebiyatında Fransız Montaigne ile başladı. Türk
edebiyatında ise Tanzimat sonrasında özellikle de Servet-i Fünûn
döneminde karşımıza çıkar. Ancak asıl gelişmesini Cumhuriyet döneminde
gerçekleştirir. Günümüzde deneme en sevilen türlerden biridir.

Eskiden denemeye verilen "muhasebe" ismi, onun konusu hakkında bir
ipucu vermektedir. Çünkü denemeler toplumsal konulardan daha çok
kişisel: konulara, soyut dünyalara ve iç hesaplaşmalara daha yakındır.
Bu yönüyle fıkra türünden ayrılır. Fıkralar toplumsal konulara kişisel
yaklaşımlar getirirken deneme iç dünyanın samimi itirafı gibidir.

Denemeye özgü bir konu türü yoktur. Özgürce seçilen bir konuda, yazarın
kendi kendiyle konuşma havası içinde yazdığı yazı türüdür. Yazının
konusu yazarın o anda aklına geliveren bir konu görünümündedir.
Öğretici ve düşünsel yanı da vardır.

Denemenin belirleyici özellikleri nelerdir?
• Makale gibi düşünsel plânla yazılır. Fakat makaleden kısa yazılardır.
• Yazar anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir. Bilimselden çok
kişisel görüşünü açıklar, okuyucusunu kendisi gibi düşündürme kaygısı
yoktur.
• Günübirlik yazılardır, en beğenileni bile birkaç gün sonra unutulur.

Serbest düşüncenin ifade alanı ve nesrin bir türü olarak deneme,
yazarın gözlemlediği ya da yaşadığı olay, olgu, durum ve izlediği
objelerle ya da herhangi bir kavramla ilgili izlenimlerinin herhangi
bir plâna bağlı kalmayarak, ****ller getirip kanıtlama yoluna gerek
duymadan ve kesin hükümler vermeden, tamamen kişisel görüşüyle
serbestçe yazıya döktüğü birkaç sayfayı geçmeyen kısa metinlere denir.

Deneme, derin düşünceden çok, kişinin kendi dışındaki nesnelerle
herhangi bir konuda gerçek ya da hayalî olarak girdiği diyaloğun
ürünüdür.

Deneme yazarı, olay, olgu, durum ve eşyalarda sıradan insanların
eskilerin ifadesiyle ülfet ve ünsiyet perdesiyle göremediği, farkına
varamadığı ayrıntıları, dikkat etmediği hususları, incelikleri,
güzellikleri, harikaları, olağanın altında yatan olağanüstülükleri
görebilen, hissedebilen, düşüncesiyle ve deneyimleriyle onları
okuyucular için ilginç görülebilecek şekilde yazıya dökebilen insandır.
Sıradan insanın “baktığı” şeyi deneme yazarı “görür”.

Deneme dilinde çeşitli bilim, felsefe ve sanat dallarına ait terimlere
yer vermekten ziyade, halk çoğunluğunun ortak günlük konuşma dilinin
düşünce diline dönüştürülmesi çabası hâkimdir. Denemede bilimsel
yazılardaki kuruluk ve şematiklik bulunmaz. Düşünce şiirsel, akıcı,
samimî bir üslûpla sunulur. Bu bakımdan deneme yazılarının geniş halk
yığınlarınca kolayca ve rahatlıkla okunabilme özelliği vardır. Deneme
yazarı yazısını yazarken, bir anlamda kendi kendisiyle diyalog
içindedir. Kendi zihinsel âleminde düşünce temrinleri yapar.

Felsefî metinlerde filozof, yazısında kendince sistemini kurduğu
felsefî bir anlayışa, sistematik felsefî bir dünya görüşüne bağlı
olarak düşüncelerini ortaya koyar. Ortaya koyduğu her metin, kendi
felsefî bakış açısının birer açılımı, ayrıntısı mahiyetindedir. Ancak
denemede böyle sistematik bir düşünceye bağımlılık zorunluluğu yoktur.
Denemecinin yazısında ileri sürdüğü düşünce, herhangi bir felsefe
ekolüyle ilintili olmayabilir. Ancak filozof yazısında kurduğu ekole
bağlı düşünce üretme çabası içindedir.

Klâsik Türk edebiyatındaki münşeât mecmualarındaki yazılar ve Kâtip
Çelebi (16091657) gibi yazarlar bir tarafa bırakılırsa, modern anlamda
deneme türü, Türk edebiyatında asıl olarak gazete ile birlikte ortaya
çıkmaya başlamıştır. İlk özel gazete Tercümanı Ahval (1860)’in yayın
hayatına başlamasından itibaren gazetelerde çıkan değişik yazılar,
zamanla ayrı bir tür olan deneme için dil, anlatım ve yaklaşım
bakımından zemin oluşturmuşlardır. Tanzimattan itibaren bir süre gazete
ve dergilerde “musâhabe” üst başlığı altında deneme benzeri yazılar
kaleme alınmıştır.

Türk edebiyatında deneme türünde pek çok ürün verilmiştir. Bu tür içine
koyabileceğimiz ürünler, genellikle değişik zamanlarda çeşitli gazete
ve dergilerde yayımlanmış yazıların bir araya getirilip kitaplaşmış
şekilleridir. Bu eserlerde yer alan yazıların bir kısmı, inceleme,
eleştiri yazısı olarak da görülebilir. Bunun yanında bir kitapta yer
alan yazıların bir kısmı edebiyat, bir kısmı tarih, bir kısmı felsefe,
bir kısmı başka konularda olabilmektedir. O bakımdan deneme türü için
çok kesin sınıflandırma ve sınırlandırmalar yapılamamaktadır.

Türk edebiyatında ilk deneme kitapları arasında ,
Ahmet Haşim’in Bize Göre (1928), Gurebahanei Laklakan (1928);
Ahmet Rasim’in pek çok yazısı; Mahmut Sadık’ın Takvimden Yapraklar
(1912); Refik Halit Karay’ın Bir Avuç Saçma (1939), Bir İçim Su (1931),
İlk Adım (1941), Üç Nesil Üç Hayat (1943), Makyajlı Kadın (1943),
Tanrıya Şikâyet (1944);
Falih Rıfkı Atay’ın Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmak (1953), Çile
(1955), İnanç (1965), Pazar Konuşmaları (1966), Kurtuluş (1966), Bayrak
(1970) gibi kitaplarını saymak mümkündür.

Türk edebiyatında deneme türü, genellikle şair, romancı ya da hikâyeci
kimliği öne çıkan sanatçılar tarafından ortaya konan ürünlerden
oluşmaktadır. Birinci derecedeki vasfı “denemeci” olan yazar sayısı
oldukça azdır.
Nurullah Ataç (1898-1957),
Sabahattin Eyüboğlu (1908-1973),
Suut Kemal Yetkin (1903-1980),
Mehmet Kaplan (1915-1986),
Nurettin Topçu (1909-1975),
Salah Birsel (1919 ),
Vedat Günyol (1912 ),
Enis Batur (1952 ),
Cemil Meriç (19171987),
Mehmet Salihoğlu (1922 ),
Uğur Kökden (1934 ),
Nermi Uygur (1925 ) bunlardan birkaçıdır.



Özge!

TÜRK’ÜN MUTLULUĞU: ATATÜRK

Şeflerin ödevi hayatı sevinç ve istekle karşılamak hususunda uluslarına
yol göstermektir” diyordu ****** ölümünden bir yıl önce yabancı bir
devletin dışişleri bakanına. Tarihimizde ilk defa gerçekten halka
yönelmiş, köylüsüyle elele kurtuluşunun, mutluluğunun destanını yazmış
bir devlet adamımızın dünyaya seslenişiydi bu.

İmparatorluklar kurmuş bunca devlet adamları uluslarına ne getirmişti
yağmalar talanlar, sönmüş ocaklar, kinler, her iki yandan göz yaşları
ahlar vahlar pahasına kazanılan topraklarla kendi şan şeref
edebiyatları, fetih gururları d ışında? Anadolu halkına, köylüsüne ne
kazandırmıştı bunca fetihler istilâlar “hanedan” gururu, şan şeref
tutkuları dışında, hayatı sevinç ve istekle karşılamak için ne yol
göstermişlerdi uluslarına?

Bir ****** gösterdi halkına, köylüsüne hayatı sevinç ve istekle
karşılamanın, insan gibi yaşamının yolunu. Çünkü bir halk çocuğu, bir
halk adamıydı ******. Gücünü zorbalıktan, tanrısal desteklerden değil,
halkın güveninden, halka güveninden, sevgisinden alıyordu. Halktan
gelmiş, halka yönelmiştir.

****** Türk ulusunun mutluluğunu kendi mutluluğundan ayırmıyordu. O
da, her insan gibi mutlu olmak istiyordu elbet. Ama bir başkumandan,
bir devlet şefi olarak, tek

başına mutlu olamayacağını biliyordu. Oysa, tarih bize saraylarına
kapanıp halkının köylüsünün dışında mutlu olmaya çalışan nice devlet
şefi örneği veriyordu. ******, halkıyla köylüsüyle birlikte mutlu
olmak istiyordu. Köylüsü aç, halkı mutsuz yaşarken kendinin mutlu
olamıyacağını biliyordu. Bunca rütbeleri, sırmaları şanları şerefleri
bırakıp Kurtuluş Savaşına koşmasını nasıl açıklayabiliriz yoksa? Bu
savaş, Türkün mutluluğuna açılan ilk kapıydı. Ana yurdu kurtulduktan
sonra Türke hayatı sevinç ve istekle karşılamanın yolunu göstermek
gerekti. Bu yol batı uygarlığına giden yoldu.

Türkiye’nin dramı, batı uygarlığı dışında kalmış bütün geri ülkeler
gibi, “ölmesini bilmiyen şeylerle yaşamasını bilmeyenler arasındaki
amansız çatışma” daydı. **mesini bilmiyen şeyler, Türkiye’yi batı
dünyasından en az bir iki yüzyıl geride bıraktıran kör inançlar,
yobazlıklar, olumlu bilgi düşmanlığıydı. Yaşamasını bilmeyenlerse, tâ
II.Mahmut’tan bu yana başlayan; ama en iyi neyitli aydınlarımızın bile
ölesiye bağlanıp yaşatamadıkları, yaşatmakta direnemedikleri batı
uygarlığını yapan bilim kafasıydı.

****** bu çatışmada ölmesini bilmiyen şeylere karşı yaşaması gerekeni
yaşatmaya çalışmış ve bunda büyük ölçüde başarıya ulaşmış tek devlet
adamımızdır. Devrimleri tam yaptığına inanacak kadar saf değildi
******. “Benim yaptığım işler birbirine bağlı ve gerekli şeylerdir.
Bana yaptıklarımdan değil yapacaklarımdan söz edin” derken, devrimlerin
tam olmadığını anlatmak istiyordu. Biliyordu ki devrimleri yetersizdi.
Ama bu yetersizliklerin yine devrimlerle giderileceğini, devrimlerin
yine devrimlerle ayakta kalabileceğini de biliyordu. Onun için de
******, devrimlerini ulusun en dinç, en dinamik bölüğüne, gençliğe
emanet etmişti.

****** ,Türk ulusuna hayatı sevinçle karşılamanın, yani mutluluğunun
yolunu göstermiştir. Bu yolda yürümek, bu uğurda ölesiye savaşmak,
devrimleri devrimlerle beslemek Türk aydınına düşen en büyük bir
görevdir.

Vedat Günyol



özgür_kız

Hayat dediğin nedir ki?Kısacık bir zaman dilimi.Bazen acılarla,bazen
mutluluklarla,bazen gözyaşı,bazen hüzünle dolu insan ömrü.Aslında
hayatın tarifini tam olarak yapamıyorum.Soruyorum kendime nasıl
birşey...Daha dün bu soruya çok güzel ona doyamıyorum derken bugün
verdiğim cevaba şaşıyorum.İkilemde kalıyorum.Mutlu olunca iyiki bu
hayattayım iyiki evren var diyorum.Peki yüreğim acılarla
kavrulurken,gözlerim yaşla doluyken işte o zaman keşke hayatta
olmasaydım diyorum.Ama bazen çevreme bakıyorum acıklı öyküler,çileli
yaşamlar,acı çeken insanlar...O zaman kendime diyorum ki ŞÜKRET
haline!İyiki hayattasın,iyiki sevdiklerin yanında.İşte o zaman
anlıyorum ki hayat kısada olsa onu dolu dolu yaşayacaksın.Ve mutlu
olmayı bileceksin....




karakurt

ArKaDaŞlık
ArKadaş; iyi günde kötü günde hep yanımda olandır. İyi, güzel, mutlu
bir günümde benimle olan; kötü günlerimde ßana yardımcı Olandır. ßenim
Arkadaşım bana göre dünyanın en çok güvenilir, en çok güvenilern
kişidir. Ona her konuda, her yerde, Her zaman Danışabilceim bir kişidir
arkadaş.
Arkadaşlığın nedeni sonsuzdur. Hiç Kimse içinden çıkamaz. Bir an Bi
düşünün niçin nasıl Arkadaş oldunuz? Nasıl ? Tabi kide vardır iki, üç
neden.Ama bunlardan en önemlisi arkadaşınla yaşamaya eşbir anlam
vermeniz.
Arkadaşlık bu kadar güzel olmasına ramen kötü yanları yok mu? Elbette
var. Atalarımızı '' üzüm üzüme baka baka kararır'' demiş. Arkadaşınız
Sigara içiyor diyelim.Senide alıştırır, sen istemmesen bile arkadaşın
''bir duman çek, bir kereden birşey olmaz...'' vs cümlelerde başlar ve
seni içmeye zorLar kısacası.Bu yüzden Arkadaş sandıımız kişilerin iç
kimliini bilmemiz Lazım...
ßirde iki yüzlü arkadaşlıklar vardır. Senin dediğini diğerine söyleyen,
başkalarına sırlarını yayan arkadaşlarımızda var. ßurda senin, başka
yerde başkasının.Bunlara çok dikkat etmemiz gerekiyor. yai gErçek bir
Arkadaş ßulmak Çok Zor!!!
unuttuumuz birşey bir günlük arkadaş ve ömür boyu arkadaşlık. ßen
şahsen ömür bboyu arkadaşlığı seçerim.Örnek isterseniz çok basit. ßir
kuş alın eve 1 ay kafesinde kalsın sonra kafesini açarsan kaçar. Ama
ßir köpek al1 ay aynında tut Sonra dışarı at O seni gene bulur. belki 1
hafta belki bir ay belkide 1 yıl sonra genede Bulur.
Arkadaşlıklar azalıyor günümüzde, çağımızda. ßir güb bir bakın
çevresinize. göreceksiniz arkadaşlıklar, dostluklar çok az...Yok hatta.
Arkadaş diye altatmışınız kendinizi.
Önemli olan şu, tek bir dünyada bir arkadaşınız varsa bilin
deerini.Küçük veya büyük çıkarlar için para gibi harcamayın.ßir kimse
'' dünyada Dost yoktur arkadaşlarım'' dediyse.. Sizde ''Dünyada Dostluk
vardır'' ilkesini yaratın GÜCÜNÜZ YETTİĞİ KADAR!!!!



Silinmeyen Dostluk...(Deneme)

Aklına düşmüştü yine.. Geçmişin sayfaları arasında dolaşırken, geçmişe
dair tüm duygulanımlarını ve yaşanmışlıklarını hatırlayıp sorgularken o
da gelmişti aklına....Hatta ilk gelenlerden olmuştu...Onca sevinç acı,
doğru yanlış, sevap günah varken hayata dair, aşka dair yaşadığı,
aradan sıyrılıp düşüncesine oturmuştu birden...Bu bir tesadüf müydü
yoksa son zamanlarda dostluğu yine sorgulamasından mı
kaynaklanıyordu...Bilemedi...

Dostluk...En sevdiği kelime, en sevdiği ve en güvendiği anlamlı
kavram...Ruhunu ısıtan...Onu çoğaltan...Bazense yıkıma götüren, hayata
küstüren...Boşuna değildi dostluğu aşktan öte yaşadığını
söylemesi...Dostluğa yüklediği anlamlar aşktan da öteydi, dostluk onun
için sevginin en üst noktasında aşktı gerçekten de...Dostluk
aşkı...Aşk...Bazen diğer sevgilerle kesişip birleşen yada çakışıp
çatışan...Boyutunu kendi bile bilemediği, tek bir duygulanımla
sınırlandıramadığı...Kimi dostu arkadaş ötesi değerle yüreğine
yerleşmişti...Kimisi o değerin de ötesine geçip kardeş sevgisine
bürünmüştü, kimisi aile...Adlarını ve yoğunluklarını koymakta
zorlandığı zamanlar çok olmuştu...Ama hepsi yoğundu...Hepsi
derinden...Ama o başkaydı...O en yoğunuydu...Arkadaştan hatta kardeşten
öte dediğiydi, ailesinden sonra gelen kişi dediğiydi...Onca zamana,
onca şeye ve hatta ona rağmen hala dediği...Tüm darbelerine rağmen hala
değer verdiğiydi...Ama artık uzaktan...Yıllardır uzaktan...Ama hep
yakından, çünkü yürekten...

Neydi bu uzaklığın sebebi? Kopuşun nedeni neydi? Yıllar öncesinde tüm
hatayı kendi kendisine yüklemişti, onu herşeyden, herkesten ve hatta
kendisinden bile korumak amacıyla...Onu kendinden önce tutmuştu...Ama o
zamandan bugüne taşınan tek gerçek tükenişti...Bir çırpıda
tükeniş...Daraltılmış zamanlara sığdırmaya kalkışmışlardı o en yoğun
dostluğu...Dört nala paylaşımlara yelken açmışlardı temelsiz,
dengesiz...Öncesini ve sonrasını hesaba katmadan o anı
yaşamışlardı...Zamanla, ağır ağır, sindire sindire paylaşarak çoğalmak,
çoğaltmak yani üretmek yerine bir anda tüketmişlerdi...Dış çevrenin
etkisiyle de birleşince kopuş kaçınılmaz oluyordu maalesef...

Dış çevre...Acı acı gülümsedi birden...Beyoğlunun buram buram
kirletilmişlik, yozlaşmışlık, çirkef koktuğu; insanın değil
başkalarından, kendisinden bile koptuğu bir ortam olmuştu dış çevreleri
çoğu zaman...Beyoğlu olmuştu hayatlarını sarıp sarmalayan...Sarıyer
Taksim dolmuşlarının güzergahında başlayıp güçlenmiş sonra da tükenmiş,
tüketilmiş bir dostluktu bu...Şiirlerine konu olan...Bir resim gibi
gözlerinin önünde yanıp tükenen bir dostluktu bu, Beşiktaş’ta bir çay
molası arınılmışlığında...Karşının ışıkları yanarken dostluk
türkülerinin susmasıydı kulaklarda... Işıklı hüzün gecesinde biranın
olduğu kadar dostluğun ve sevginin de ucuza satıldığı, sulandırıldığı
bir Rock Bar’ın kapaniş şarkısıydı arda kalan...Orhan babanın şarkısına
eşlik edişti yüreğe akan gözyaşlarıyla...Batsın Bu Dünya deyişti...Ve
düşünce sarhoşu yürekleriyle İstiklalde son bir yürüyüştü...Yan
yana...Ama uzak...Uzak ama yine de yakın...Tükenen ama bitmeyen...Bu
cümleler kadar garip ve karışıktı işte onların birbirlerine
vedaları...Ve bu yüzden kopamamışlardı galiba birbirlerinden, uzunca
bir süre...Uzak ama yakın, yakın ama uzak olmuşlardı tüm korkularına,
acılı anılarına, hatta zamana ve kıtalara yayılmış mesafelerin ayrımına
rağmen...Kendilerine rağmen kopuşu ertlemişlerdi...Sevgi ve saygıdan
vazgeçemedikleri için...Paylaşımlar azalsa hatta tükenişe geçse de
birbirlerine verdikleri değer onların kopuşunu ertelemişti...

Ertelemişti...Sadece ertelemişti...Engelleyememişti ama...Zamandan ve
kıtalardan doğan o uzun ayrılığın sonunda yollarının yine İstiklal’de
kesiştiği geceye kadar ertelemişti sadece...Keşke o gece hiç olmasaydı,
onu hiç görmeseydi dedi içinden...Keşke onu o halde
görmeseydi...Yüreğinde her koşulda temize çıkarttığı dost yüreğinin
ikiyüzlü soğukluğunu görmeseydi...Keşke ona olan saygısını
kaybetmeseydi...Yıllardır yaptığı gibi uzaktan da olsa ona sevgi ve
saygı yükleyebilseydi, çoğaltabilseydi onu yüreğinden benliğine geçen o
en hassas, en can alıcı, en can katıcı yolda....O an onu tümden
kaybettiğini sanmıştı, yani içinde, yani kendinde...Ona göre saygının
olmadığı, kalmadığı yerde sevgi de barınamazdı, yaşayamazdı daha
fazla...Ama sevgisi onu bile şaşırtmıştı...Saygıyla olan ritmik
dansından çıkıp solo bir figürler silsilesi olarak yüreğindeki yerini
korumuştu...Tüm keskin hareketleriyle can yakan bir şekilde olsa
bile...Onu bu haliyle hissetmek bile güzeldi...Onu ona rağmen sevmek
bile güzeldi...Sevebilmek en güzeliydi...

O son geceden sonra karşılaşmaları tümden farklı bir ortamda
olmuştu...Kendisinin sonradan katıldığı, ama buna rağmen türlü çeşit
sevgiler dostluklar üretebildiği, yaşayabildiği bir ortamın
kalabalığında görmüştü onu...Uzaktan...Sessizce...Usu
lca...İzlemişti...Ay larca...Yüzünü görmediği ama varlığını
hissedebildiği bir ortamda...Selam vermeye bile çekinir bir halde ve de
en acısı istemez bir halde...Çünkü artık onu uzaktan seviyordu,
yitirilen saygıdan sonra varlığını istemiyordu hayatında...Sevgi ona
yetiyordu...Onu sevmek için ona ihtiyacı yoktu...Hatta onun sevgisini
kirleteceğinden korkuyordu...Onun buna hakkı yoktu...O hakkı yıllar
öncesinde İstiklal caddesinin koşar adım yürüyüşlerinde düşürmüştü
yürek cebinden...O yüzden bu yeni ortamda da hayatında da onu yanında
istemiyordu...Ama yine de onun yanında olmaya çalışıyordu uzaktan
uzağa...Ona destek olmaya çalışıyordu...Hayatı ve hayattan
yansımalarını onunla yorumlamaya çalışıyordu...O istemese de, hatta
maalesef haketmese de...Hayata ve ona karşı yorumladıklarını elinin
tersiyle silip atsa da...Yine de onun yanında olmaya çalışıyordu,
aslında hiç olmadan....Ondan uzak durmaya çalışıyordu, aslında hiç
kopmadan...

Var ama yok, yok ama var duygu gelgitlerinin getirisiydi
herşey...Varlığın yokluğun girdabında salınışına, yokluğun varlığın
sıcaklığıyla içten içe giderilmesine dair tek bir sebep vardı, tek
kelimeyle özetlenebilecek...Dostluk...Yü rek hafızasının en gerçek
kelimesi...Ona bir kere Dostum demişti, onu dost olarak yüreğinin
derinine yerleştirmişti...Onu dosttan öte kılmıştı sevgi
rahminde...Artık istese de silemezdi...Dost dedikten sonra
silemezdi...Onsuz da olsa yaşayacaktı bu sevgiye açan, sevgiyle yaşayan
dostluğu...Hep taşıyacaktı yüreğinde asılı malül gazi
dostluğunu...Yiğidi öldür hakkını yeme sözünün getirisiyle onu hep iyi
yönleriyle hatırlayacaktı....Geçmişteki güzel anılarla...Her daim onun
iyiliğini isteyerek...Onunla olan kopuşuna rağmen aslında çok iyi bir
insan olduğunu bilerek...Onun hayata dair kazanımlarını alkışlayacaktı,
kutlayacaktı uzaktan, kaybedişleriyle göz yaşı birliği yapacaktı onunla
gizlice...Ondan bile habersiz...Sevecekti dost dediğini....Dost diye
yüreğine yazdığını...Silemediğini...




özgür_kız

Çalışmak insan için çok faydalı bir eylemdir.Hem insanın zihnini hem
bedenini geliştirir.Atalarımızda ''çalışan demir pas tutmaz''diyerek
çalışmanın önemini vurgulamışlardır.Fakat günümüzde kimse çalışmaya
hevesli değil.Çoğu kişi çıkarcılık peşinde veyahut çalışmadan kazanmak
peşinde.Öğrenciler,memurlar,iş çiler vs birçok kişi çalışmadan bazı
şeyler elde etmeye kalkıyor.Öğrenciler ders çalışmak yerine kopya
çekerek,memurlar rüşvet alarak,işçiler işlerden kaytararak...İşte
günümüzdeki durum bu.Aslında çalışmak insan için çok güzel bir
iştir.Döktüğün alın terinin verdiğin emeğin karşılığını almak insan
için çok gurur verici...Bu mutluluğu tadan insanlar çalışmaya daha
fazla hevesleniyorlar ve işlerine dört elle sarılıyorlar.Bazen
düşünüyorum ben yaptığım işin karşılığını alınca nasıl mutlu
oluyorum.Neden insanlar bu mutluluğu tadmaktan yoksun kalıyorlar
diyorum.O zaman işin içinden çıkamıyorum...Ama ben şunu biliyorum ki
çalışmak insanı olgunlaştırır.Ve bende o olgunlaşmış insanlardan
birisiyim...



karakurt

**üm bende şık durmaz / deneme

O'nu tanıdığımdan beri gitmekten sözeder hep.Gitmek bazan ev eşyasını
kırmızı kamyona yükleyip kök salma adına bir başka şehre
gitmektir,bazan ölümün adı gitmek oluverir.
Nilüfer çiçeği gibi kök salmadan yaşadı.Çiçek üzerine tutunduğu gölü
sevemedi hiç bir zaman.Maviye boyanmış dağların çevrelediği bir başka
göldü düşlenen.
Bu kasabadan ev eşyası ile her gitme girişiminde,ilginç bir şekilde
daha da çok bağlanıyor,kasaba ile arasında koparılması çok güç bağlar
oluşuyordu.
Hiç çıkılmamış yolculuğun sonu gibiydi bu kasaba.
Bacasından duman tüten bir ev,ağaç ve ipi olmayan bir uçurtma gökyüzünde
Uçurtmaya yoldaş küçük bir bulut.Bir adam; yok yaptığı resmin içinde.
Yıllardır yüzü olmayan bir adama aşık.
'Yıllarca aşkı biriktirdim içimde,bozuk para gibi.Satın alsak suna,bir aşk kaç lira ki'
Öylesi birikti ki aşk,hiç çalmayan kapı zilleri ile bölündü
rüyalar.**üm eteklerini hışırdatarak dolaşır oldu evin içinde.O üzerine
battaniyeleri örtüp yattı.
'Isınırsam bekli geçer'
Geçmedi.
Penceresinin önündeki sarı koltukda gitmenin hayalini kurmak,ince ince
planlamak ve yukarlarda bir yerden seyretmek gidiş törenini; umarsızca.
Kalmanın tek gerekçesi;
'**üm bende şık durmaz'
**ümü kendine yakıştırabilse,kutu olarak tanımladığı tabutunu bahçe
kapsından çıkartabilseydi; gitmeyi planlarken ince ince; gerçekten
gidermiydi
**üm senaryolarını bana anlattığında tüylerim diken diken olsa da soğuk-
kanlılığımı korudum hep.Hayata tutunmak adına böylesi çabalayan biri için
ölüm güzel bir düş olabilirdi ancak.
Şimdi bu düş gerçeğe dönüşmek üzere ve O gitme düşünü iptal edip kalabilmenin dedinde.
Gitmeyi bu kadar yürekten mi istedin ki tanrı bunun için sana bir fırsat yaratmaya hazırlanıyor.
Bunu bana yapma,çok yorgunum.
Yıllardır birliktesinizdir.Çok şey yaşayıp,paylaşmış,nerede ne
yapacağını bilecek kadar iyi tanırsınız.Şimdi bir yabancılık bir
acemilik girmiştir aranıza
Nasıl davranmanız,ne söylemeniz gerektiğini bilmiyor gibisinizdir; bunca
yaşanmışlığa rağmen;
ben suna
ben kanser
Yeni bir kimlik yüklenmiştir arkadaşınıza.İşte bu yeni kimliktir sizi acemi kılan şimdi ve sonrasında
Kapı çalıyor, O
'Güzel görünmeliyim arkadaşım'
Bu kadar mı önemlidir bir kadın için güzel görünmek? Söz konusu O ise, öyledir.
Bazan O'nun güzellik olgusunun ardına saklandığını ve bu olguyu kalkan
olarak kullandığını düşünürüm.Tanrı elindeki bu kalkanı geri istiyor
şimdi ve
O göğüslerinden birini tanrıya kurban ederek bu kalkanla vedalaşmaya
hazırlanıyor.
'Vücudumla vedalaşacağım hiç aklıma gelmezdi suna.Göğüslerimden birini
havlu ile örtüp aynaya baktım,inan öyle eksik ki.Ben bu eksiği neyle
tamam-
larım,bilmiyorum.
Bilmediğim yerlere düğüne hazırlanır gibi gidiyorum.Ayaklarım titriyor,
boğazım kuruyor.
Yaz gelince yine ıhlamurun altında olur muyuz,bilmiyorum.Bildiğim bir şey var ki eskisi gibi olmak zor ve ben çok korkuyorum'...


ZELİHA06

hayat
Yaşamımızın her anında , sevgi çenberi içinde yaşarız.Şöyle bir
yaşamımızın gerilerine doğru gi****m.Hepimizin ilk sevdikleri ana va
babalarımızdır.Diyeceksiniz ki bazı ebeveynlerin evlatlerına olan
bağlılıkları epeyi gevşek olabiliyor.Bu istisnaları bir kenara
bırakırsak ,içimize giren ilk sevgi ana sevgisidir.Bu sevgi yaşamımızda
karşılaştığımız ve her sevgi ile karşılaştırdığımız temel bir
sevgidir.Hepimiz ömrümüz boyunca bu sevginin gölgesinde kendimizi
güvende hisseder ve asla vazgeçmeyi düşünmeyiz.Her karşılaştığımız
sevgide ana sevgisi gibi karşılıksız ve sonsuz bir sevgi bekleriz.
Tabii dir ki zamanla yaşamın akışı içinde hayatın renklerinin ana
sevgisi gibi sadece beyaz olmadığını farkederiz.Yepyeni renkler girer
yaşamımıza veya geçer gider yakınlarımızdan.Hayatımızın tablosunu
çizerken gerekli renkleri gerekli oranlarda ve uygunlukları içinde bir
araya getiremezsek ana sevgisinin verdiği beyaz bir tablodan başka bir
renk hayatımıza girmez.

Hayatın renkleri sevginin renkleridir.Henüz daha başlarda çoşkuyla
boyadığımız tablolara bir zaman sonra baktığımızda genellikle
beğenmeyiz.Bu çok doğal olan durum karşısında kimilerimiz yaşamın
renklerinden vazgecerek güvenli ama renksiz bir tabloda yerlerini
almayı tercih ederler.Halbu ki yaşamın her anından alınan renkler gide
gide yaptığımız tablonun daha güzeliklere doğru yürümesidir.Bazılarımız
pes ederek belli bir hedeften daha ileriye gitmeyi beceremez.Halbu ki
hayatın renkleri ve sevginin sunduğu
sürecin yürümesini engellemezsek yaşamımızın bir yerinde arzuladığımız tabloyla karşılaşabiliriz.

Zaman bizlere renksiz ama güvenli bir ortamla,güvensiz ama binbir
renkleriyle gözleri kamaştıran bir tablo sunuyor.İkisinden birinde
yaşamak bizim tercihimizdir.





hayat
Çevremde gülen, yaptıklarından zevk alan, bulunduğu ortamın tadını
çıkaran insanlar gördükçe yaşamın ilk basamaklarında hissettim kendimi.
Pek bir şey bilmiyor ve o nedenle gülmeyi beceremiyorum, göremiyorum
dedim. Bulunduğum ortamın hakkını veremiyorum diye düşündüm. Yaşamın
merdivenlerini tırmanmam gerekiyordu.
Bunun için de öğrenmeliydim gülmeyi ve zevk alabilmeyi. Sevdim.
Sevdikçe güldüm, güldükçe zevk aldım, yaşadıklarımdan güzellikler
çıkarabildim. Duygularımı hissetmeyi, kızgınlığımı göstermeyi,
umutsuzluklardan umut çıkarmayı, hüzünlü zamanlarda mutlu olacak bir
şeyler bulmayı öğrendim.Ve hayatın güzelliklerinin çirkinliklerle
beraber, üzüntülerin sevinçlerle iç içe olduğunu
gördüm. üzüntü kaybetti, çirkinlik yok oldu, sevgi hep kazandı.
Hayatın basamakları hala dimdik. Öğrenecek çok şey var. Öğrenmek için
paylaşmak gerekir. Sevinci, üzüntüyü, sevgiyi, sıkıntıyı paylaşmak
gerek.
Hayallerinizi yıkan bir olay yaşarsınız. Hayata, insanlara, çevreye
küser kabuğunuza çekilirsiniz. Bu sıkıntıdan kendi kendinize çıkmaya
çalışırsınız. Sizden başkası o tür bir sıkıntı yaşamıyor onu sadece siz
yaşıyormuş gibi hisseder kimselere açıklayamazsınız. Belki de
utanırsınız anlatmaya. Oysa pek çok dert
pek çok kişi tarafından farklı biçimde yaşanır ve ortaktır.
Açıldığında karşı taraf gülümseyecektir ve “dinle” diyecektir. Benzer
sıkıntıyı nasıl atlattığını ve nasıl gülebildiğini söyleyecektir.
Sorunların paylaşıldıkça aşıldığını
göreceksin. Bu şekilde en sıkıntılı olduğun zamanda onu nasıl aşacağını
öğrenecek ve bir basamak çıkacaksın. Böylece her paylaşımda bir basamak
yukardasın.
Herkesin bir derdi olduğunu asla unutmamak gerekir..Pek çok kişi
bunları paylaşarak aşmasını öğrenmiştir. Paylaşmasını öğrenemeyenler
kendi içlerinde kaybolup giderler.

Ne güzel anlatmış E.Dickinson tek bir cümleyle geride kalan zamanı;
Sevecen gözlerle bak ardında kalan zamana, elinden geleni yaptı o,
şüphe duyma. Evet! Zamanın ve zaman içinde paylaşmanın değerini bilmeli.



Geçtim Yine Dün Eski Hazan Bahçelerinden



Yahya Kemal Türk şiirinin diri belleğidir. Bu cümle, büyük şairi,
yaptıkları değerlendirmelerde küçük bir telmih malzemesi olarak görmeye
mütemayil Cumhuriyet müteşairlerine yapılmış bir hatırlatma olarak
kaydedilsin. Zira onu ve şiirini geçmişle bugünü bağlayan bir ara köprü mesabesine indiren zihniyet, bir adım sonra, şu yargıyı fısıldayacaktır: Yahya Kemal eski bir hatıradır; çağını tamamlamıştır…

Oysa bu büyük şair gerek tematik unsurları ele alıştaki romantik
yaklaşımı, gerekse şiirsel ahenk unsurlarını kullanmadaki klâsik
duruşuyla zirvelerin adamıdır.

Onu Türk romantizminin ölümsüz temsilcileri arasına yazdıran hususları
sıralayalım: Vatan ve millet yaklaşımı, din duygusu ve tabii ki sanat
ve edebiyattaki uygulamaları…

Bir örnek olsun diye sunuyorum, bunların tamamını “Koca Mustafapaşa” şiirinin bir dörtlüğünde şöyle birleştirir Yahya Kemal:

“Öyle sinmiş ki bu vatan semtine milliyetimiz

Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.

Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;

Yaşıyanlar değil Allâh’a gidenlerden uzak.”

Tahminim odur ki, Yahya Kemal’in eserlerindeki muhtevayla ilgili
didaktik metinlere bu günlerde sıkça rastlayacak ve eminim hemen
hepsinden istifade edeceksiniz. Bu yüzden ben, şairin diğer yönüne,
şiirindeki görsel ve işitsel takdimlere temas etmek istiyorum.

Talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler’de Yahya
Kemal için şu tespiti yapar, ki doğrudur: “Yahya Kemal dilin
mükemmeliyet imkânlarını en son haddine kadar yoklamış, tartmış ve
bulmuş olan adamdır. Bâkî ve Nef’î’den sonra Türkçenin hâkim şâiri
odur.” Burada ‘dilin mükemmeliyet imkânları’ ile kastedilenin şiirdeki
mûsıkî ve ahenk olduğunu anlamak gerekir. Tanpınar bunu başka bir
yazısında şöyle belirtir: “Yahya Kemal, (…) ‘nağme’yi Türk şiirinde
tekrar kuran adamdır.”

Doğrusu Yahya Kemal’in şiirlerindeki mûsikî kabiliyetiyle ilgili daha
nice cümleler bulunup sıralanabilir. Biz, böylesi bir kolaycılığın
kucağına teslim etmeyeceğiz okuyucuyu. Bunun yerine, Eski Şiirin
Rüzgârıyla söylenmiş bir “Şarkı”sı üzerinden uygulamalı bir sunum
yapacağız.

Kalbim yine üzgün seni andım da derinden

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş

Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş

Son demde bu mevsim gibi benzim de kül olmuş

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden.



Lise seviyesinde bir bilgiye sahip olanların hatırlayacağı üzere,
şarkı, Fars edebiyatından alınmayıp Türklerin icat ettiği bir nazım
şeklidir. Varlık sebebi bestelenip okunmaya dayanır. Bu yüzden bend
sayısı sınırlıdır, azdır. Yine aynı gerekçeyle, müzik usullerine yatkın
olan aruz kalıplarıyla, özellikle de “mef’ûlü mefâ’îlü mefâ’îlü
fa’ûlün” kalıbıyla yazılır. Bu arada önemli bir ahenk unsuru olarak
“nakarat”a da büyük değer verilir.

Klâsik şarkı formuyla karşılaştırıldığında Yahya Kemal’in “Şarkı”sı tam
bir intibak gösterir. Sözgelimi, daha ilk bakışta bu metnin “a, a(n),
a, a(n)// b, b, b a(n)” şeklindeki kafiye şemasıyla oluşturulduğunu ve
buradan da 2. 4. ve 8. dizelerin aynen tekrarlandığını görürüz. Bu
arada, şiirimizde kullanılan veznin yukarıda zikrettiğimiz aruz
kalıbıyla (- - . / . - - . / . - - . / . - -) aynı olduğunu ve herhangi
bir hatayı barındırmadığını belirtelim. Bu noktada son olarak
“Şarkı”mızın redif ve kafiye türü ile ilgili tespitleri de vuzuha
erdirelim: İlk dörtlükte nakarat dizeleri hariçte tutarak “derinden” ve
“yerinden” kelimelerinde “den”lerin redif, “erin”lerin “zengin” bir
örgü oluşturdukları fark edilecektir. İkinci dörtlükte ise “muş”
redifiyle çoğalan “dol”, “sol” ve “ol” hecelerinde “tam kafiye”nin
vücut bulduğunu görürüz.

Üst paragrafta söylenenleri bir tarafa bırakalım, bu metnin ses
derinliğini artıran iç dalgalanmalar daha önemlidir. Şimdi, şiirsel
ritmi ve armoniyi üst perdeye yükselten mütekerrir unsurları sıralamaya
çalışalım, lütfen işaret edilen dil unsurlarını yukarıdaki metin
üzerinden de takip etmeye çalışınız:



1. Kalbim, geçtim, geçtim, mevsim, bağrım(a), bastığım(ız) benzim, geçtim…

2. Seni, eski, gibi, yeri, eski, ki, gibi, eski…

3. Yine, yine, ve, en, ince, yine, demde, benzim de, yine…

4. Üzgün, dün, üzgün, gördüm, kül, dün…

5. Hazan, hazan, senden, boşalan, hazan…

Şimdi, şairin başarısını bir derece daha artıran diğer bir hususa geldi
sıra: Şiirin bu iç içe geçirilerek oluşturulan ses örgüsü, muhtevayla
da pekiştirilmiş. Nasıl mı? Aynı ruh ülkesine, gönül dünyasına ait
kelimelerinin seçiminde gösterilen tutarlılıkla: Kalp, üzgün, andım,
hazan, üzgün, kırılmış, hazan, gözyaşları, solmuş, kül, hazan… Oldu
olacak, bunların hangi bağlamlar içinde verildiğine farklı bir formatla
bir kez daha bakalım:

1. Kalb, üzgün, derinden anmak;

2. Geçmek, yine, eski hazan bahçeleri;

3. Sevgiliden boşalan bağır, gözyaşları, dolmak (hüzün),

4. Geçmiş yaz, basılan otlar, solgunluk;

5. Son dem (yaşlılık), mevsim (sonbahar, solgun otlar), beniz, kül olmak…

Yahya Kemal’in, saf ve hakiki şiire dair hükümlerde bulunurken “Derûnî
ahenk”, “nefes ve ses”, “söylenmiş ve dinlenilen”, “ritim” “ondulation
musicale” (ahenk dalgalanışları) gibi kavramlara ayrı bir anlam
yüklediğini biliyoruz. Bu ayrıcalıklı tutum, bütün şiirlerinde olduğu
gibi, ele aldığımız “Şarkı”da da kendisini gösterir. Geçmişin sonsuz
mutluluğuna, ufuk ötesinin sağaltıcılığına, herhangi bir sevilen
vasıtasıyla gitme teşebbüsü içinde olan şair, bizi seslerden örülü bir
yolculuğa teslim etmiştir.

Yahya Kemal’in 113. doğum (2 Aralık 1884) ve 50. vefat (1 Kasım 1958)
yıldönümleri ile çevrili günlerdeyiz. Önümüzdeki süreçte Yahya Kemal
ile ilgili etkinliklerde bir artış olacağı muhakkak. Umarız ki, şairler
ve diğer kültür sanat figürleri, bu dönemden istifade etmiş olurlar.
Evet, Yahya Kemal’den öğrenilecek çok şey var…


Bu yazının sonunda, geleneklere tâbi olarak, merhuma ve sevenlerine Allah’tan rahmet diliyoruz.


Cevat Akkanat



İstanbul’un Ağaçları

Bilmem farkında mısınız; İstanbul artık daha ziyade yeşil, daha çok
ağaçlı. Çeyrek yüzyıl öncesinin Boğaziçi sırtlarını hatırlıyorum,
neredeyse baştan sona çıplak tepeler silsilesi idi.

Şimdi binalarla dolu, ama ağaçlarla da dolu. Boğaziçi’nde ağaçlar,
çeşitli sebeplere bağlı olarak hep böyle belli aralıklarla bir var, bir
yok olmuş, İstanbullular bazen çıplak tepelere bakmış, bazen yeşil
yamaçları seyre dalmışlardır.



XVI. yüzyılın söz ustası, şairler sultanı Baki Efendi bir gazelinde, çağının pastoral ilhamlarını damıtarak şöyle diyor:



Eşcâr-ı bağ hırka-i tecrîde girdiler



Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan



Her yaneden ayağına altun akup gelir



Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan



Sahn-ı çemende durma salınsın sabâyile



Âzâdedir nihâl bugün berg ü bârdan

Bir yanda İstanbul coğrafyasının ağaç ile sıkı fıkı dostluğu, diğer
yandan devletin ihtişam ve debdebesi, hatta İstanbullunun zihniyet
algılamasını yansıtan bu beyitler çıplak anlamıyla aşağı yukarı şöyle
demek olur:

“Bağın ağaçları (meyveden ve yapraktan) arınıp soyutlanmışlık hırkasına
büründüler. Mevsim değişince sonbahar rüzgârları çınardan el aldı da
şimdi dört bir yandan ayağına altın akıp geliyor. Kırlardaki ağaçlar
ise sanki ırmaktan medet umuyorlar. Artık taze fidanlar kırlarda saba
rüzgârıyla durmadan salınsa ne çıkar, zaten meyveden ve yapraktan
kurtulmuş değiller midir?”

İlk beyit, sonbaharda yaprakların dökülüşü ve yaz sonunda ağaçların
itibardan düşüp rüzgârın hüküm sürmeye başladığını, dervişlerin
dünyadan sıyrılma halleriyle örtüştürerek vermekte ve meyveleriyle
yapraklarından sıyrılan ağaçları, dünya malı ve ilgilerinden mücerret
hale gelen dervişlere benzeterek anlatmakta. İkinci beyit şairin
yaşadığı Kanuni çağında Osmanlı devletini, her yandan ayağına altın
akıp gelen bir çınar biçiminde sembolize etmekte, kırlarda çınarların
geniş gövdeleri altında toplanan altın sarısı sonbahar yapraklarını,
çevre ülkelerden devlet hazinesine akan haraç ve vergilerin çil çil
altınlarına benzetmektedir. O kadar ki belli vergiler karşılığında
Osmanlı’nın himayesinde olmayı veya onunla hoş geçimde bulunmayı
arzulayışlarını da “ırmaktan himmet umma” olarak göstermekte, XVI.
yüzyılda sultana ulaşmak üzere İstanbul’da günlerce, aylarca bekleyip
aracılardan himmet bekleyen sayısız elçiye de bir göndermede
bulunmaktadır. Son beyit ise İstanbul sokaklarını ve meydanlarını
dolduran fidan boylu tazelerin serazat hayatlarını, fidanların
umursamaz salınışlarına benzeterek adeta İstanbul’un zevk ve estetik
hayatından bir kesit sunmaktadır. Üstelik şair bütün bunları tabiata
bakarak, gözünü çevresine çevirmiş olarak bize sunmaktadır.

Eski şairlerin tabiattan ilham alışları başlı başına incelemeye değer
bir konudur. Tabiata bakan, toprağı anlayan, çevresindeki dengenin
farkında olarak yaşayan bu adamların en ziyade andıkları ağaç da hiç
şüphesiz sevgilinin boyunu andırdığı için servidir. Nitekim aynı şairin
ifadesiyle servi, her dem taze (=ebedî güzellik), elif gibi azade
(=vahdet), meyve vermeyen (=âşıkına iltifat etmeyen) bir ağaçtır amma
nice âşıkın gönül kumruları ona can atmaktadırlar:

Baki nice bir fâhte-veş bâğ-ı belâda

Nâlân olam ol serv-i hırâmânın elinden

Hemen hemen, “Ey Baki! O salınan servi boylu güzel yüzünden bela
bahçesinde kumru gibi daha ne vakte kadar inleyip duracağım?!..” demeye
gelen bu ifadenin arka planında tıpkı güle âşık olan bülbül misali
serviye tutkun kumru imgesi vardır. Öyle ki hemen her servinin üstünde
bir kumrunun “hû-hû”larını duymak mümkündür. O hû-hûlar ki sevgilinin
gerçekliğini dile getirip adeta âşıka bir derviş zikrini tamamlar gibi
olgunluk verir.

Kaddini öğmek Necatî’nin değil haddi veli

Söylenir kumru gibi serv-i hırâmân üstüne

beytinde olduğu gibi. Diyor ki, “Ey sevgili! Senin boyunun güzelliğini
övmek, gerçi şu Necati’nin haddi değildir ama yine de kumru misali
salınan servi üstüne anlatıp duruyor.”

Baki’nin yukarıda Osmanlı devletini çınara benzeterek çınarın uzun ömrü
ile devletin bekası arasında kurduğu ilgi, aynı zamanda eski şiirin
çınar algılamasına da kapı aralamaktadır. Buna göre çınarın kolları
yanlara uzanmış, yaprakları da eller biçiminde cömertçe açılmıştır. Bu
tavrıyla o, hem herkese kol uzatan güngörmüş bir pir-i faniye, hem de
çevresine ihsan ve himmeti dokunan ermişlere benzer. Bu iki şahsiyet
Osmanlı devletinin içini dolduran başat kimliklerin göstergesidir. Öyle
ki çınarlar çevresinde insanlar birikir. Tıpkı çınar misali abide
şahsiyetler çevresinde birikilmesi gibi. Nitekim o zamanlarda şehrin
meydanlarında çınarlar olur, karargâhlar çınarların çevresine kurulur,
bezm ü rezm için çınar altları tercih edilirmiş. Çünkü çınarlar
gölgelerinde nice yeni yetmeleri kemale erdirip pir eyler, nice
eğlencelerde şahlara tempo tutup el el olmuş yapraklarıyla güzellikleri
alkışlar.

Atalarımız İstanbul’a ağaç dikerken tepelere üstü kubbemsi fıstık
çamlarını, yamaçlara servi gibi uzun boylu ağaçları, iskele ve
meydanlara da çınarları layık görmüşler. Birincisi tepelerin estetik
güzelliğini korumak, ikincisi erozyonu önlemek, üçüncüsü de çevresinde
insanları biriktirmek için. Bilhassa Boğaziçi köylerinin vapur
iskelelerinde sıklıkla asırlık çınarlara rastlanması bundandır. O
çınarlar ki tarihte yüzünü görmeyi isteyip sesini merak ettiğimiz nice
kahramanları görmüş, nice kez şehrin hüzünlerine ve neşelerine şahit
olmuş, güzel baharlar yaşayıp fırtınalı zamanlarla sarsılmış tarihî
birer kimlik taşır. Farkında mısınız, İstanbul şimdilerde bunu bize
hissettiriyor !..
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Deneme Örnekleri ve Açıklaması
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
www.forumyok.forumm.biz :: ÖĞRENCİ ÖZEL :: Dil ve Anlatım :: Ders Notları - Konu Testleri-
Buraya geçin: