www.forumyok.forumm.biz
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Makale Açıklaması ve Örnekler

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
GeCe YaRıSı
Çaylak
Çaylak
GeCe YaRıSı


Kadın
Mesaj Sayısı : 1200
Yaş : 105
Kayıt tarihi : 29/07/09

Makale Açıklaması ve Örnekler Empty
MesajKonu: Makale Açıklaması ve Örnekler   Makale Açıklaması ve Örnekler Icon_minitimePtsi Ara. 14, 2009 1:02 am

Özge!

MAKALE AÇIKLAMA

Makale, temeli düşünce olan yazı türüdür. Makalede konu sınırlaması
yoktur. Bir düşünce, toplumsal bir olay, bilimsel bir gerçek, söz
sanatları, plastik sanatlar, makalenin konusu olur. Makaleler bir tezi
savunma yazılarıdır. Bu nedenle yapısı, ortaya atılan bir görüş ve bu
görüşü destekleyecek düşüncelerle örülür.



Makalenin ülkemizde tanınması, gazetenin yayınlanmasıyla olmuştur.
Makaleler köşe yazılarındandır. Gazetelerin ilk sayfalarındaki makaleye
başmakale denir. Gazetenin başmakalesi genellikle aynı yazar tarafından
yazılır. Gazetenin dünya görüşünü ve olaylara bakış açısını belirler.
Gazetenin okuyucu sayısı üzerinde de etkilidir. Kimi insanlar, başyazar
gazete değiştirdiğinde ya da beğendikleri makale yazarı artık eskisi
kadar etkili ve tutarlı yazmadığında gazetelerini değiştirirler. Bu
yüzden makale yazmak çok önemlidir. Makale yazarı, okuyucu ile bağını
koparmamak zorundadır.





Makalenin belirleyici özellikleri nelerdir?
• Düşünsel plânla yazılır.
• Yazar anlattıklarının doğruluğuna güvenmeli, anlattıklarını bir
mantık çerçevesine oturtabilmelidir. Her anlattığı, önceki
anlattıklarıyla çelişmemelidir.
• İşlenen konu kendinden önceki söylenmişlerden, yazılmışlardan ayrı olmalıdır.
• Okuyucuya konunun önemini kavratabilmek için örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden yararlanmalıdır.



Makale türünün Türk Edebiyatı’ndaki önemli temsilcileri şunlardır:
Namık Kemal, Ziya Paşa, Şemseddin Sami, Muallim Naci, Beşir Fuat,
Hüseyin Cahit, Fuat Köprülü

Giriş Bölümü : Öne sürülecek sav, görüş ya da düşünce yazının girişinde
sergilenir. Makalenin en kısa bölümüdür. Makalenin geneline göre bir
iki, paragrafı geçmez. İyi bir giriş makalenin oluşmasını sağlayabilir.
Giriş bölümünde, yazıdaki fikir gelişiminin hangi yönde olacağı
saptanır. Okuyucu bilgi ve fikir atmosferine yavaş yavaş sokulur.



Genellikle okuyucu ilk bakışta bu bölümü okur; sararsa, ilgisini
çekerse yazıyı sonuna değin okumaya karar verir. Bu yönden makalelerde
girişin çok ustaca ve özenle biçimlendirilmesi gerekir. Bu bölümde konu
hiçbir ayrıntıya girmeden ortaya konulur.. Bunun aşırı dolaylamalara
kaçılmadan yapılması gerekir. Neyin üzerinde durulacağı, ne hakkında
söz söyleneceği bir iki parağraf içinde ortaya konulmalıdır.



Gelişme bölümü: Gelişme bölümünde, giriş bölümünde dile getirilen konu
açıklanır, makalenin yazış amacı ve bu amaca yönelik bilgi, belge
ortaya konularak tez savunulur, antitezler çürütülür. Konu ile ilgili
bilgi ve belgelerin ele alınıp işlendiği, konunun genişletildiği ve
ortaya konmak istenen fikrin doğruluğuna ****ller gösterildiği bölüm,
gelişme bölümünü oluşturur (Korkmaz 1995:220). Gelişme bölümü,
derlenen, ortaya atılan fikirlerin çeşitli yönlerden genişletilmesi,
desteklenmesiyle meydana gelir. Bütün fikir yazılarında olduğu gibi
makalede de gelişme bölümünde açıklanacak fikirlerin derli toplu olması
lazımdır. Dile getirilen fikirlerin inandırıcı, iddiacı kesin bir
karaktere sahip olması için onları uygun yollarla açıklamak,
desteklemek ve yerine göre de ispatlamak gerekir.



Gelişme bölümü makale yazarının inandırıcı olabilmek için tüm gücünü
ortaya koyduğu alandır Bu bölümde ileri sürülen görüşlerin doğruluğunu
ispatlamak için kanıtlar gösterilir, karşılaştırmalar yapılır, sayılar
ve örnekler verilir. Öne sürülen sav, görüş ya da düşüncenin
açımlanması, kanıtlanması bölümü makalenin gövdesini oluşturur. Yazar
bu bölümde düşüncelerini açacak, geliştirecek, boyutlandıracaktır.
Bunun için de tanımlama, karşılaştırma, örneklendirme, tanıklama,
nesnel verilerden yararlanma gibi yollara sık sık başvuracaktır.
Böylece okuyucuyu söylediklerinin doğruluğuna ve geçerliğine inandırmış
olacaktır



Sonuç Bölümü : Sonuç bölümü; bir bakıma özetleme bölümü sayılabilir.
Başta ileri sürülen, sonra açıklanan görüş, sonuç bölümünde
-genellikle- bir paragrafta yinelenir. Ama asıl işlev burada yazının
etkisinin doruğa ulaştırılmasıdır Ele alınıp işlenen, geliştirilen
konunun hükme varıldığı ve o konunun ana fikrini oluşturan kısım sonuç
bölümüdür. Bu bölümde yazar söylediklerinin tümünü belli bir sonuca
ulaştıracak biçimde bir iki cümle ile sonucu vurgular.



Genellikle makale yazarları seçtikleri konu üzerinde söylediklerini bu
bölümde bir yargıya dönüştürerek derleyip toparlarlar. Ancak bu bölüm
her zaman için gerekli olmayabilir, yazar söylediklerini makalenin
gelişme bölümünde iyice aydınlığa kavuşturmuşsa, konuyu dağıtmamışsa,
yazısını, ayrıca özetlemeyi amaçlayan bir sonuca bağlamayabilir



Makalenin etkili olabilmesinde sadece bu planı uygulamak yeterli
değildir. Makaleye işlenen fikre uygun bir başlık atmak gerekir.
Makalelere genellikle kısa ve çarpıcı başlıklar konması gerekir.
Makalede okuyucunun asıl ilgisini çeken şey, makalenin başlangıç ve
sonuç kısımlarıdır Bunun için bu kısımlara anlamlı bir fıkra, çarpıcı
bir diyalog veya bir hatıranın yerleştirilmesi makalenin etkili
olmasını sağlar.



Makale yazmak uzun bir araştırma ve bilgi toplama aşaması gerektirir.
Bu yüzden süre olarak sabır ister. Yazmaya başlamadan önce, makale
yazılacak konu ile ilgili olarak geniş bir araştırma yapmak, tüm
kaynakları taramak, bilgi fişleri oluşturmak gerekir.



Batıda çok eski örnekleri bulunan bu tür bizde ilk örneklerini Tanzimat
döneminde vermiştir. Şinasinin Agah Efendi ile birlikte çıkardığı ilk
özel gazete Tercüman-i Ahvalin ilk sayısında yayınlanan Mukaddime ( ön
söz ) başlıklı yazı bizde ilk makale olarak kabul edilir. Ancak bu
makale bugünkü anlamda çağdaş makalenin tüm özelliklerine sahip
değildir.



Gerek Tanzimat döneminde, gerekse Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati
döneminde yazılan makaleler, eleştiri- polemik karışımı ürünler
olduğundan gerçek anlamda makale türünden uzaktırlar. Bu tür bizde
ancak cumhuriyet döneminde çağdaş bir kimlik kazanmıştır bu gün bir çok
yazar ve bilim adamı çeşitli konularda ve çeşitli dergi ve gazetelere
bu türde yazılar yazmaktadır



Bu alanda ilk ünlülerimiz ise Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat,
Hüseyin Cahit, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
Refik Halit Karay, Peyami Safa, Falih Rıfkı Atay, Halit Fahri Ozansoy,
Yaşar Nabidir.

Sohbet ile Makale Arasındaki Farklar :

sohbet ile makale arasındaki farkları üç madde etrafında toplamaktadır:

1 - Makalenin konuyu derinlemesine incelemesine karşılık, sohbetlerde konu yüzeyden incelenir.

2 - Makalelerde işlenen fikir savunularak ispatlanır. Sohbetlerde ise, ispat gayesi yoktur.

3 - Makalelerde daha ciddi ve sağlam ilim dili kullanıldığı halde, sohbetlerde samimi bir konuşma dili kullanılır.

Makale ile Fıkra Arasındaki Farklar:

1 - Makale yazarı ele aldığı fikirleri bilimsel bir yaklaşımla incelerken fıkra yazarı yazarı kişisel görüşle ele alıp inceler.
2 - Makalede yazar fikirlerini kanıtlamak zorundadır. Bunun için sağlam güçlü kanıtlar göstermesi gerekir.
3 - Fıkrada ise böyle bir zorunluluk yoktur. Fıkra yazarı isterse
ispatlama yoluna gider isterse gitmez, her türlü örneği kul1anabilir.
4 - Makale bilimsel bir yazı olduğu için resmi ve ciddi bir anlatım
kul1anılır. Fıkrada ise samimi, rahat ve içten bir anlatım vardır.

Makale ile Deneme Arasındaki Fark

Denemeci özgürce seçtiği bir konu üzerinde kişisel görüşlerini
okurlarıyla dostça paylaşırken okuyucuyu düşündürme amacı taşır.
Yazınsal bir dil kullanarak toplumun geneline hitap eder.

Makaleci ise öğretmeyi, bilgilendirmeyi amaçladığı için bilimsel belge,
anket ve istatistikler gibi verilerle savını kanıtlama yoluna gider.
Bilimsel ve terimsel bir dil kullanarak konuyla doğrudan ilgisi olan
sınırlı bir okura seslenir.

Küresel Çevre Kirlenmesi
Günümüzün dünyasında çevre kirliliği, tüm gezegeni kaplayan boyutlara
ulaşmış durumda. Dünyanın birçok bölgesinde insanlar, çevre felaketine
karşı korumasız, nükleer tehdit ve radyasyondan habersiz bir yaşam
sürmektedir. Bilim adamları ise bu olumsuzlukların devamı halinde
dünyadaki tüm canlıların ciddi biçimde tehdit altında olduğunu
vurguluyorlar.



Halbuki insanoğlunun gelişimi başlarda yaşam ve doğal çevre ile uyum
içinde sürmüştür. Ancak dünyadaki toplumsal ve teknolojik gelişmelerin
hızla artışı karşısında ekolojik sistemin bu hassas dengesi giderek
bozulmuştur. Bu tehlikeli gelişmenin seyircisi durumunda olan insanlık
ise dünyada dengeli bir çevrenin korunamaması halinde tüm canlıların
varlığının sürmesinin olanaksızlığını acaba ne zaman anlayacak?



Bu yılın yaz başlarında başlayan yağmur dönemi dünyayı etkisi altına aldı. Barajları, setleri ve köprüleri
yıkan seller ölümcül sonuçlara yol açtı. Bir süre önce Trabzon’da
yaklaşık üç saat süren yağmur, Sürmene ilçesi ve haritadan silinen
Beşköy beldesinde büyük mal ve can kaybına neden oldu, ocakları
söndürdü…Anı Mektup Biyografi Günlük Roman Tiyatro Fıkra Röportaj
Makale Eleştiri Haber Yazısı Deneme Gezi Yazısı Söyleşi



Yağışların etkili olduğu bir başka ülke olan Çin’in birçok bölgesinde
barajlar yıkıldı. Harekete geçirilen askeri birlikler setleri yıkarak
sel sularının kırsal kesime yayılmasını sağlamaya çalıştılar. Sel,
eylülün ortasında da Meksika’nın Chiapas eyaletinin Valdivia köyünü yok
etti.



Dünyadaki benzer sel baskınlarının verdiği zararlar ürkütücü boyutlara
ulaştı. 240 milyon kişiyi etkilediği söylenen bu yazın selleri, resmi
açıklamalara göre şimdiye kadar 2 binin üzerinde insanın ve sayısı
bilinmeyen diğer canlıların yaşamlarına mal oldu. Yaklaşık 14 milyon
kişi evini terk etmek zornuda kaldı. Bu durum, insana, Çinlilerin “Su
ile şaka olmaz” özdeyişini hatırlatıyor.



Gün geçmiyor ki çevre felaketi haberlerde yer almasın. Büyük Okyanus’ta
30 metreye kadar yükselen dalgalar sahilleri yerle bir etti. Deniz
dibindeki deprem ya da yanardağların patlamasından meydana geldiği
söylenen bu dev dalgalara karşı uyarı ağları da para etmiyor.
Hatırlanacağı gibu bu dev dalgalar, 1993′te Endonezya’da bir adanın
tamamını kapladı ve 2 bin kişinin yaşamını yitirmesine yol açtı. Yine
Gine’de yaşamını yitirenlerin sayısı ise 3 bini aştı.



Dev dalgalara yol açan depremin merkezi Büyük Okyonus’ta idi. Ama yer
kabuğu, dünyanın başka bölgelerinde harekete geçecek şekilde etki
alanını genişletti. Örneğin haziran başında başlayan depremlerin,
dünyanın dört bir yanını salladığı ortaya çıktı. Ülkemiz de bundan
nasibini aldı. Bu ve buna benzer felaketler bize, geleceğimizi bu
günden tahmin etmenin olanaksızlığını gösteriyor. Ozondaki ****nme ve
hava kirliliğinin yaşamda olumsuzluklara neden olabileceği ve doğal
yaşamın temellerini dinamitleyeceğini küresel gözlükle niçin
göremiyoruz?
Küresel çevre sorunlarının çözümü konusunda her ülkenin, çağdaş
yöntemlerle halkını bilgilendirmesi bir görev olmalıdır. Sanayinin kent
içinden uzaklaştırılmasına ve milli parkların gereği gibi korunup doğal
hali ile tutularak toplumun yararlandırılmasına öncelik verilmelidir.



Üçbinlinli yılların insanları için, doğayla çok daha büyük uyum içinde
yaşanacak rüzgârgüneş enerjisinden yararlanacak doğal konut yapımına
geçilemez mi? Bu sahada yeni arayışlar içinde olmalıyız. Doğanın
intikamının daha büyük olmaması ve acının yoksul ülkelere
çektirilmemesi için insanların bir an önce kendilerine çeki düzen
vermeleri gerekiyor.
**ümcül etkileri yıllardır sürmekte olan ‘Çernobil’ olayından kim
sorumlu? Bugün ‘Çernobil’den on misli daha tehlikeli olacak, radyoaktif
artıkların bulunduğu söylenen Sibirya’nın batısındaki Karaçay Gölü, bir
saatli bombadan farksızdır. Gölün altında, yaklaşık yüz metre
derinlikte beş milyon metreküp radyoaktif tozlardan oluşan kütlenin
varlığı bilinmektedir.
İnsanların yazgıları ile ilgili dehşet dolu olası tehlikelere karşı evrensel yurttaş girişimlerinin etkinliği attırılmalıdır.



Hepimizin paylaştığı bu dünyayı, bu gezegeni gelecek kuşaklara kirli ve
çirkin bırakmaya hakkımız var mı? Geleceğe bir borcumuz yok mu?
Hatalarımızın be****ni henüz doğmamışlara ödetmemeliyiz.



Doğa *****n yasalarına yeterince duyarlılık göstermeli ve doğal
afetlerini ciddiye almalıyız. Doğal zenginliklerle dolu olması gereken
bir dünyadan daha fazla yoksun olmamalıyız.



(Şaban Ali Yaşaroğlu, Cumhuriyet, 3 Ekim 1998)



Öğretici düzyazının bir türü olan makale, bir düşünür, bilim adamı ya
da araştırmacının seçtiği bir konuda kendi duygu ve düşüncelerini
****l, bilgi, bulgu, belge ve diğer kaynaklardan da yararlanarak
açıkladığı ve kesin yargılarla sonuca ulaştığı yazı türüdür.



Makaleler, içeriklerini belirleyen konularına göre birçok türe ayrılır.
Örneğin resim, müzik, tiyatro gibi sanat dallarını ele alan makalelere
sanat makalesi, ulusal ya da uluslararası politika konularını irdeleyen
yazılara politik makale, askerlikle ilgili bir konuyu işleyen yazıya
askerî makale, psikolojik konulara değinen yazılara psikolojik makale,
bir bilim dalıyla ilgili makalelere bilimsel makale, dinî konuları i
şleyen yazılara da dinî makale denir.



Makaleler genellikle gazetelerde, popüler ve bilimsel dergilerde
yayımlanır. Gazetelerin çoğunlukla ilk sayfasında yer alan ve o
gazetenin genel fikrî yapısını temsil eden yazılara başmakale, bu
yazıyı yazan kişiye de başyazar denir.



Türk edebiyatında ilk makaleyi, İbrahim Şinasî ilk sayısı 22 Ekim 1860′ta çıkan Tercümanı Ahval gazetesinde yayımlamıştır.


ÖRNEKLER

playboy_91

Hücre Bölünmeleri Üzerine
HÜCRE BÖ.LÜNMELERİ ÜZERİNE
“Canlı vardan yok olmaz, yoktan var olmaz; ancak bölünmelerle sayısını arttırır .” (Lütfi ŞAHİN)
Maddenin üzerinde araştırmalar yapma imkanı temel nitelikler çerçevesi
altında ilk dönemlerde nitel ifadeler çerçevesinde, ileri dönemler
içerisinde ise hem nitel ve hem de nicel çerçeveler boyutunda olmuştur.
Millatatn önce 5000 yıllarında ateşin bulunması, maddenin işlevsel
boyutu olduğu kadar işlemsel boyutunun da artmasına neden olmuştur.
Beş duyusu ile maddeyi gözlemleyen insanoğlu için ilk dönemlerde taş
ile bakır arasında fazla bir ayrıcalıklar zinciri oluşturmuyordu.
Ateşin keşfi ile beraber, zamanın mucit akıllı insanları bakırın
eridiğini, ancak taşın erimediğini çözümlemişlerdir. İleri dönemlerde
ataş ile beraber diğer teknik veriler gelişme göstermiştir.
Tekerleğin bulunması, ilkel silahlardan teknik silahlara geçilmesi,
ilkeliletişim yöntemlerinden ileri iletişim yöntemlerine geçilmesi,
ilkel ev sistemlerinden ileri ev düzeneklerine geçilmesi… Bu ifadeleri
milyonlara varan açılımlar içerisinde ele almamız mümkündür. Bu
ifadelerin gelişmesinde bütün insanların az ya da çok katkısı
bulunmuştur. Derede çamaşır yıkayan kadınlar daha rahat olmak
istediklerinden çeşmeler ve ileriki dönemlerde çamaşır makineleri;
kuşlarla iletişimin zorluğundan bahseden insanların ifadeleri sonucu
telefon ve hızlı iletişim teknikleri; aylarca yolculuktan rahatsız olan
insanların ifadeleri sonucu çok hızlı giden vasıtalar yapılmıştır. Bu
gün artık bilim ve teknik ifadeler aylarla ifade edilen süreler
içerisinde ikiye katlanmaktadır. Bu ifadeler içerisinde doğrudan etkin
olan insanlar bilginler olmakla beraber problemleri ifade edenl diğer
insanlardır. Bilim insan için vardır ve bilimin gelişmesi için tüm
insanlar doğrudan ya da dolaylı yoldan görev almış ve almalılarda…
20. yy içerisinde izafiyet ve diğer fiziksel terimler bilginlere
dedirtti ki; “madde vardan yok, yoktan var olmaz; sadece şekil
değiştirir.” Enerji modelemeleri ile uğraşan fizik bilginleri bu
açılımı daha da genişletti ve dediler ki; “enerji vardan yok, yoktan
var olmaz; sadece şekil değiştirir.” Görüldü ki basit veriler gibi
algılanan madde ifadesinin bile karmaşık temelli ve eneji ifadesinin de
benzer temelli olduğu…
Ancak şunu belirtmeliyim ki, bilim sadece fizik değildir; sadece kimya
da… Binleri bulan ve alt bölümleri ile beraber milyonları bulan bilim
dalları içerisinden birisini de biyoloji oluşturmuştur. Bu bilim dalı
da kendi içerisinde dallara ayrılmış ve bu dallardan genetik, sitoloji,
histoloji, embriyoloji, biyokimya vb bir çok dal hücre bölünmesi
üzerine araştırmalar yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.
Genel ifadeler çerçevesinde hücre bölünmelerini üç gruba ayırmamız mümkündür. Bunlar;
-Mitoz
-Mayoz
-Amitoz
Bu üç hücre bölünmesi de temelde aynıdır. Mitoz hücre bölünmesi
dediğimiz hücre bölünmeleri zigottan itibaren başlar ve ölünceye kadar
tüm diploid sayıdaki vücut hücrelerinde görülür. Mitoz hücre bölünmesi
iki safhada incelenir; ilkinde çekirdek bölünmesi, ikinci safhada
sitoplazma bölünmesi gerçekleşmektedir. Çekirdek bölünmesinin
gerçekleşmesinden önce hücre belli bir büyüklüğe ve belli bir madde
birikimine ulaşmak zorundadır. Bu safhaya interfaz adı verilmektedir.
Bu safhadan sonra çekirdek bölünmesi gerçekleşmektedir. Çekirdek
bölünmesi de dört alt grupta incelenmektedir. Bunlar;
-Profaz
-Metafaz
-Anafaz
-Telefaz
Bu safhalardan ilki olan profazda kromozomlar belirmeye başlar,
kromozomlar kalınlaşır. Metafaz safhasında ise kromozomlar ortada
dizilmeye başlar, iğ ipliklerinin oluşumu gözlenir. Anafaz safhasında
ise kromozomlar kutuplara çekilmeye başlar. En son safha olan telefaz
safhasında ise çekirdek zarı boğumlanır. Daha sonraki bölüm olan
sitokinezde ise hücre zarı boğumlanarak ikiye ayrılır.
N kromozomlu haploid gamet hücrelerinde olan mayoz hücre bölünmesi ise
biri mayoz ve biri mitoz olan iki hücre bölünmesinde oluşur. Mitoz
hücre bölünmesi yukarıda anlattığım gibidir. Mayoz bölünmede ise
metafaz safhasında kromozom sayısı iki katına çıkmaz, dolayısıyla
kromozom sayısı yarıya düşer. Mayoz bölünme mitozdan önce olabileceği
gibi mitozdan sonra da olabilir. Burada genetik varyasyonları
çoğaltamak için gen alış verişleri olur ve farklı yapıda bireylerin
oluşumu gerçekleşir.
Amitoz hücre bölünmesi ise mitoza benzer. Kromozom sayısı sabit tutulur
ve tek hücreli canlılarda çoğalmayı sağlamak için gerçekleştirilir.

belki bu yardımcı olabilir sana arkadaşım

MISIR ÖZÜ KARIŞTIRILMIŞ DANA GÖZÜ EKSTRELERİNDEKİ KARAMUK
PARÇACIKLARININ KÜME KESİŞİMLERİNE OLAN ETKİLERİNİN HALİM SELİM BİR
TARZDA İNCELENMESİ

Özet: Kabız bir insanın kolay kolay "yapamadığı" uzun yıllardan beri
bilinmektedir. Bu uzun yıllar, eskiden 441 gün sürerdi. Fakat şu anda
bir yılın 365 küsür gün çekiyor olması, bu kabızlık konusundaki
fikirlerimizde belirgin bir değişme yapmamıştır. Biz çalışmamızda,
kabızlığa ait bu temel önermeyi bilmeyen iki adet sosyal demokrat ele
geçirip, onları analarından doğduklarına pişman olana kadar buharlı bir
mikrodalga fırında beklettik. Hafifçe pembeleştiklerinde ise gördük ki,
bu durum bunlara az bile... Yani daha yapılacak çok işimiz vardı. Ben
de yarım saat kadar önce bizim asistanı kivi falan almaya
gönderdiğimden dolayı, tek başıma bu işin altından kalkamayacağımı
anlayarak, "keşke laboratuarda bir pandamız olsaydı" diye hayaller
kurmaya başladım. İşte öyle dalmış gitmişim. Bu arada, fırının
düğmesini kapatmayı da unutmuşum haliylen. Sonuçta, ıyyy... Allah
vermesin...(4)
Anahtar kelimeler: Anahtar; Kelime; Ler; Kik; Uburtos; Kalaramık; Tarkan; Fındıkkıran.

GİRİŞ:
Bilindiği gibi, kimya bilimi, jeoloji ile birlikte kullanıldığında
botanik adını alır ve geometri problemlerinin çözülmesinin ardından
ortaya saçılan eğri ve dik açı parçaları gibi artıklardan kurtulmak
için yaygın olarak kullanılır(1). Bu noktadan hareket eden bazı
araştırıcılar, öbür noktaya henüz varamadan, fark edemedikleri bir
takım bariz yanlışlıkların psikolojik ve terliksi baskısı altında inim
inim inlemişlerdir (İnlerini istemişlerdir) (2,5). Netekim, 1875
yılında, 75 yaşında olan Danimarkalı araştırıcı Oha Ra Böğk, 1866
yılında 76 yaşına basmıştır. Bu problemi irdeleyen bir çok araştırıcı
da benzer problemler yüzünden zührevi hastalıklar hastanesine ve
çeşitli veteriner ve emlakçi kliniklerine sevk edilmişlerdir. Sevkten
gerçekten zevk alan bir kaçı dışında tamamı kurda kuşa ve hatta geyik
ve koalalara yem ve de çerez olmuşlardır. Biz buradaki çalışmamızda, bu
ve benzeri sorunlar ile ilgili olarak kılımızı bile kıpırdatmazken, yan
laboratuardaki herifler asetatlı suda zambak yetiştirmeyi başararak
malı götürmüşlerdir.

MATERYAL VE METOT:
Yapılan çalışma gereği kılımızı bilem kıpırdatmadığımız için, en önemli
materyalimiz, Japon malı bir kıl stabilizatörü idi. Söz konusu
stabilizatör, Şarkışla şoförler derneği tarafından yaşlı ve kimsesiz ve
fakat siyah kuşak sahibi bir kadıncağızdan gasp edildiğinden dolayı
kendilerine buradan hörmetlerimizi sunmayı bir görev telakki ediyoruz.
Stabilizatörü kullanarak kılları sabit bir hale getirdikten sonra,
yirmi kadar civcivin kulak zarlarına ihtiyacımız olduğu kanısına
vardık. Daha sonra, bir Afrika fili boğazlayarak bu sorunu da kökünden
hallettik. Daha doğrusu, hallettiğimizi zannettik. Önceden tahmin
edemeyeceğimiz bir biçimde, filimiz azgın bir heavy-metal dinleyicisi
olduğundan, kulak zarı hafifçe bollaşmıştı. Biz de onu iki gece boyunca
tuz ruhunda beklettikten sonra, geride kalan ruhsuz tuzu bir miktar
vişne suyu ve de gergedan çişi ile muamele ettik. Daha sonra, tuzun
ısrarı üzerine, iki buçuk gün süresince, rendelenmiş karpuz kabuklarını
cımbızlarla itekledik. Baktık ki tuzun istekleri bitmek bilmiyor, onu
camdan attık ve bölüm başkanına da "Haşmet abi'yle reaksiyona girip
camdan düştü" dedik. Ee tabi bölüm başkanımız bunu yemedi yedirdi,
giymedi giydirdi... Eh, sonuçta biz de laboratuara geri döndük.

DENEY-GÖZLEM OLAYI:
Önce ne yapacağımıza kesin karar verebilmek için potu 250'den 5 el
poker oynadık. Kendisi ne derse desin, Haşmet abinin evine gelen
hacizin bununla bir ilişkisi yoktu (12). Sonra biri ortaya bir bit
attı. Ben tüfeğimle biti vurmaya çalışırken, etrafa saçılan saçmalar
saçma sapan saçaklar saçarak sıçradılar. İlk başta, çalışma grubumuz bu
olaya bir mana veremeyerek bön bön bakarken, ilerleyen dakikalarda,
dakikalardan biri biraz fazla hızlı gittiğinden, hissedilir bir
huzursuzluk göze çarpmaya başladı. Tabi göze çarpan bu huzursuzluk
oldukça can yakıyordu. O anda bir an içimden dedim ki, " lan şimdi
şeytan diyo, şöyle bi tane oturttur..." Sonra bir ara bağlantı kesilir
gibi oldu. Şeytanı net duyamıyordum. Tam alıcılarımın ayarıyla oynamak
üzere harekete geçmiştim ki, aniden bir çığlık işittim. Gidip
televizyonu kapattıktan sonra telsizi açtım ve tüm grup adına
"mayday-tuuzdey-hamdi-" diyerek yardım istedim. Az sonra altı adet
mantarlı, bir tane de çelik cantlı pizza geldi. Bu arada Allah sizi
inandırsın, Haşmet abi, pizzası tuzsuz olduğundan, şu anda ruhsuz da
olsa, az önce camdan attığımız tuzu bulup pizzasına serpiştirmek üzere
camdan atladı. E, öldü tabii (13). Bu arada araştırma grubumuzun diğer
elemanları da, pizzalarını bitirmelerinden kaynaklanan şen geğirikler
arasında işlerinin başına döndüler. Baş asistan Cevval, az önce
Kerim'in kulağına soktuğu kütle ölçüm spektrometresini, ikinci asistan
Sururi annesini, en küçük asistan Keykavus ise hayatın amacını aramaya
koyuldu. Ben de en sonunda biti vurdum.
Çalışmanın ilerleyen evrelerinde bize en çok sorun çıkaran konu, bütün
çabalarımıza karşın istediğimiz tarzda tepkime vermeyen iki element
arasındaki sürtüşmeydi. 1 mol solaryum ile, 2.7 mol Kayınçoredüktaz
aynı kaba konduklarında, içinde bulundukları kap da dahil olmak üzere
sille yumruk birbirlerine giriyorlardı. Bu durumun, kayınçoredüktazın
kovalent bağlanmaya olan alerjisi ile ilgili olabileceğini düşünerek,
ortama katalizör olarak 4 tane mısırözü tabletiyle, 2.5 gram Bülent
Ecevit nektarı ilave ettik. Biz bu ilaveyi eder etmez, Söyemez çetesi
laboratuarı bastı. Sonrasını ise hiç birimiz net olarak
hatırlayamıyoruz.

SONUÇLAR ve HAVUÇLAR:
Yapılan sayımlar ve yapılması düşünülen gaflar göz önüne alındığında,
ortaya oldukça ilginç bir tablo çıktı. Sağ alt köşesinde "Picasso" diye
bir şey yazan bu tablo, daha sonra çişinin geldiğini bahane ederek
çaktırmadan laboratuardan sıvıştı. Peşinden saldığımız Tayvan
tazılarından ondördü, kül tablası olarak geri dönünce, sonuçları bir
başka açıdan değerlendirmemiz gerektiğini gördük. Çünkü kağıdı ters
tutuyorduk. Düzeltme işlemini "el" adı verilen bir organla
gerçekleştirdikten sonra, okuma işlemi için bir dana gözü kullanmaya
karar verdik. Fakat bu kez de tüm sonuçlar "tren"e eşit çıktı (7). Son
çare olarak Fato'yu aradık ama o da programının son bölümünün
çekiminde, yanan bir helikopterden dramatizasyon icabı olarak atlayıp,
200 *****n fertten oluşan bir orangutan sürüsü içine düştüğünden,
telefonu meşgul ve bir tarafları dümbelek çalıyordu (10). En sonunda
ben de dedim ki, "lan ben böyle laboratuarın da, böyle deneyin de
taaa..."

TARTIŞMA:
E tabi ben bunları söylerken bölüm başkanının aniden içeri girivermesi
sonucu küçük bir tartışma çıktı. Bu çıkış ise, anatomik olarak, küçük
asistanımızda kalça çıkığı olarak kendini gösterdi. Kendisine
laboratuar hacı yatmazı görevini veren ekibimiz, yeni ilmi çalışmalara
yelken açmak üzere kağıtları dağıtmaya başlamıştı bile. Fakat bu sefer
merhum Haşmet abi aramızda olmadığından dolayı, potu 500'e çıkardık (8).




Küresel Isınma: Dünyamıza Neler Oluyor?

HERGÜN gazetelerde okuyoruz; buzullar eriyor, kar yağışları azalıyor,
okyanuslar ısınıyor, atmosferde karbondioksit oranı artıyor, deniz
seviyesi yükseliyor, orman yangınları artış gösteriyor, ırmaklar
kuruyor, göller küçülüyor.

Mevsim normalleri dışındaki hava olayları karşısında uzmanlar bile
şaşırmış durumda. Bahar erken geliyor, çiçekler vaktinden önce açıyor,
pek çok bölge kuraklık yaşıyor… Mercanlardaki hayat tükeniyor,
hayvanların göç dönemleri değişiyor, salgın hastalıklar yayılıyor…
Yaşanan tüm bu değişiklikler, daha doğrusu tüm bu bozulmalar, adını
sıkça duymaya başladığımız "küresel ısınma" ile yakından alakalı.
"Dünya atmosferi ve okyanusların ortalama sıcaklıklarındaki artış"
anl***** gelen küresel ısınma, son yıllarda rahatlıkla saptanabilir,
hatta günlük hayatta hissedilebilir bir düzeye ulaştı. Önceleri bir
komplo teorisi olarak görülebilen bu konu, bugün insanoğlunu tehdit
eden ciddi bir tehlike olarak karşımızda duruyor. Havaya saldığımız
gazların yok olup gideceğini düşünürken, bu son yaşanan gelişmeler
dünyamızın gerçekten de içinde yaşadığımız ‘evimiz’ olduğunu ve ona çok
iyi bakmamız gerektiğini inkâr edilemez biçimde ortaya koydu.

Dünyamızın başına gelenler

Dünyamız, en başta, iklim değişikliklerinin yol açtığı felaketlerle
boğuşmakta. Bunların başında da buzulların erimesi geliyor. Herkesi
şaşkınlığa sürükleyen bu olay, kömür, petrol, doğal gaz, diğer bir
deyişle fosil yakıtların tüketiminin yeryüzünde gözlemlenebilen etkisi.
Araştırmacılara göre atmosferdeki karbondioksit oranı yüzbinlerce
yıldır ilk defa bu kadar yoğunlaşmış durumda. Aşırı karbondioksit ve
metan yerküreyi kuşatıp ısıtıyor ve böylece iklimler alt üst oluyor.
Kloroflorokarbon gazlarının yoğunluğu karşısında atmosferin koruyucu
tabakası ozon ****niyor, kutuplardaki buzullar eriyor.
Dünyanın dört bir yanından gelen haberler bu konuya daha fazla ilgisiz
kalınamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Afrika’nın en yüksek dağı
olan Klimanjaro’nun karlarının ve Alp Dağları'ndaki buz kütlelerinin
erimesi, Antarktika'nın parçalanmaya başlaması, son 10 yıl içinde Güney
Kutbu'ndan neredeyse Connecticut eyaleti (bir ülke) büyüklüğünde bir
buz kitlesinin koparak ayrılmış olması bunlara etkili birer örnek. Bir
diğer örnek ise buzul tabakasında Avrupa’nın kuzeyinden kutba kadar
uzandığı belirlenen dev kırık. Avrupa Uzay Ajansı bu kırığın
İngiltere’den daha büyük olduğunu söylüyor. Ajans ayrıca Norveç’in
kuzey ucundaki Svalbard takımadalarıyla Sibirya’nın Severnaya ve Zemlya
adalarından kutba uzanan bölgede geniş bir kırık bulunduğunu da tespit
etmiş bulunuyor.
Kuzey Kutbu'nda başgösteren gelişmeler ise duyanları hayrete
düşürmekte. NASA’nın son verilerine göre Kuzey Kutbu’nda yıl boyunca
daimi olarak görülen buzullar %14 oranında azalma gösterdi. Buradaki
buzul tabakasının iklim sıcaklıklarındaki artış yüzünden küçüldüğü
bildiriliyor. NASA araştırmacıları Kuzey Kutbu’ndaki buzulların
eskisinden çok daha hızlı eridiğini ve dünyanın diğer bölgelerine
oranla iki kat fazla ısındığını haber verdi. Bu durumun dünya ile
okyanusun hassas eko-sistemini oldukça etkileyeceği bildiriliyor. NASA
bilim adamları ayrıca son 30 yılda yerküre sıcaklığının her 10 yılda
0,2 derece artarak çok hızlı bir yükseliş gösterdiğine dikkat
çekiyorlar.

Bundan sonra neler olacak?

Bilim adamları sera gazlarının salınımının yakın gelecekte yol açabileceği sorunları şöyle özetliyorlar:
- 2070'te dünya buzulsuz kalabilir ve bu da küresel çölleşmeye, deniz seviyesinin yükselmesine neden olabilir.
- Kuzey Kutbu’ndaki buzullar 35 yıl sonra tamamen ortadan kalkabilir.
- Buzulların erimesi kutup ayıları gibi bazı hayvan türlerinin yok olmasına yol açabilir.
- Buzulların erimesinin deniz seviyesini yükseltmesi ile birlikte alçak kesimler su altında kalabilir.
- Dünya küresel ısınma nedeniyle önümüzdeki 10 yıl içinde geri dönülmez bir noktaya gelebilir.
- Ormanlar yok olabilir ve bununla birlikte çölleşme yaşanabilir.
- Çölleşmenin ve kum fırtılarının olumsuz etkileri tarımcılığı yok edebilir.
- Salgın hastalıklar önüne geçilemeyecek şekilde artabilir.
- Ormanların çöle dönüşmesi ile canlı türleri yok olabilir.
- Kuraklık başgösterebilir ve yiyecek stokları tükenebilir.
- Yükselen deniz seviyesi kıyılara yakın tatlı su kaynaklarındaki tuz
oranını artırabilir, bu da içme ve sulama suyu sıkıntısına neden
olabilir.
- Mercanlardaki canlılık yok olabilir.
- Gezegendeki canlı türlerinin %30'u yok olma tehlikesiyle karşılaşabilir ve ekolojik denge buna bağlı da bozulabilir.
- Göçler başlayabilir ve yüz milyonlarca insan uygun iklim koşullarında yaşamak umuduyla göç edebilir.

Küreyi ısıtan suçlu bulundu

PEKİ tüm bu olumsuz haberlerin nedeni olan küresel ısınmanın sebebi ne?
Dünyanın doğal gidişatı mı, yoksa insan eliyle gerçekleştiği
söylenebilir mi?
Çeşitli ülkelerden yaklaşık 500 bilim adamının biraraya gelerek
oluşturduğu Hükümetler Arası İklim Değişimi Uzmanlar Grubu son 50 yılda
giderek artan küresel ısınmanın %90 oranında ‘insan eliyle’ meydana
geldiğini ve yüzyıllarca devam edeceğini açıkladılar. Hazırladıkları
rapora göre dünyanın, yüzyılın sonuna kadar 1.8 – 40C arasında
ısınacağı, denizlerin 58 santimetreye kadar yükseleceği, kuraklığın
bütün dünyayı saracağı düşünülüyor.
NASA iklim bilimcilerinden James Hansen da yerkürenin son 12 bin yıldan
bu yana en yüksek sıcaklığı yaşadığını belirtti. Hansen'a göre
karbondioksit gibi gazların son yıllardaki artışı dolayısıyla dünya,
insanlığın neden olduğu tehlikeli bir kirlilik seviyesine doğru hızla
yol almakta. Sanayileşme sonucu açığa çıkan metan gazı ve
karbondioksit, açıkça, küresel ısınma felaketinin başlıca nedeni. Ünlü
iklim bilimci yakın gelecekte ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı ise
şöyle uyarıda bulunuyor: “Isınmadaki artışın 2 veya 3 dereceye varması
durumunda, büyük olasılıkla, bildiğimizden farklı bir dünya ile karşı
karşıya kalacağız...”
Elbette tüm bu olaylar, dünyanın yaşam için olağanüstü hassas bir
şekilde ayarlanmış dengesini akla getiriyor. Dünya hiç de ilk anda akla
geldiği gibi, dozerle çarpsan yıkılmaz bir duvar misalî kaba bir
sağlamlığa sahip değil. O sağlamlığı çağrıştıran büyük ölçekli küresel
yapıların hem kendi içinde hem de birbirleri arasında sanıldığından çok
daha ince ve hassas dengeler söz konusu. Havadaki karbondioksit oranı
ile kürenin ısısı arasında, kürenin ısısı ile kıtaların kapladığı yüzey
arasında, kutuptaki buzulların erimesi ile okyanuslardaki deniz suyunun
yükselmesi arasında, iklim değişiklikleri ile çölleşme arasında,
çölleşme ile hayvan türleri arasında... böylesi bir denge var.
İşte bu denge ve bu dengenin sürekliliği, Allah’ın yeryüzünde an be an
yarattığı özel koşulların dev***** bağlıdır. İnsan müdahalesi olmadığı
takdirde, bu özel koşullar yaratıldığında, dünyamız da dengeli bir
şekilde hayatiyetini devam ettirir. İnsan müdahalesi olduğunda ise, bu
denge hemen bozulmaya yüz tutar.
Söz gelimi, bugün kendisinden bir âfet başlatıcısı olarak sözünü
ettiğimiz ‘sera etkisi’nin aslında dünyanın normal yaratılış planı
içinde yeri vardır. Hatta dünya üzerinde yaşamı mümkün kılan özel
koşullardan bir tanesidir; dünyada yaşam olması için gerekli sıcaklığı
sağlamaktadır. Ancak su buharı, karbondioksit ve metan gazının
yeryüzünde oluşturduğu doğal örtü, fosil yakıtların kullanılması ve
sanayileşme sürecinde ormanların yok edilmesi ile, bu örtüyü oluşturan
gazları aşırı düzeye çıkarmaktadır. Normal koşullarda dünyayı ısıtan
güneş ışınları, yeryüzünden yansıyarak atmosfere geri dönmektedir. Sera
gazlarının atmosferde bu denli yoğun olması durumunda ise, bazı ışınlar
bu gazlar tarafından tutulmakta, böylece atmosferdeki ısı normalin
üzerinde artmaktadır.

Küresel ısınma kıyametin başlangıcı mı?

BİLİM adamlarının küresel ısınma dolayısıyla gelecekte öngördükleri
olaylara bakıldığında, dünyamızın küresel ısınmayla birlikte kıyametine
doğru yol aldığını görmemek saflık olur. Bazılarımız belki sıradan doğa
olayları olarak haberleri okuyor olabilirler bu konuyla ilgili. Ama
küresel ısınmanın yol açtığı ve açacağı olumsuzluklar, kıyamet
alâmetleriyle ilgili hadîslerle örtüşmektedir. Meselâ bazı hadis-i
şeriflerde kıyamet yaklaştığında afetlerin, depremlerin artacağı, toplu
ölümlerin çoğalacağından söz edilmektedir. Bilim adamları da küresel
ısınmanın yol açacağı iklim değişikliklerinin insanlar üzerinde yıkıcı
etkilerinin olacağından bahsetmektedirler. Birkaç yıldan beri artan
oranda meydana gelen kasırgalar, hortumlar, fırtınalar, seller, birçok
yerleşim merkezinin sular altında kalması, depremler, volkanlar,
tsunami dalgaları ve bunların sonucunda meydana gelen ölümler belki de
bunun öncü işaretleri. Bilim ve vahiy her zaman birbiriyle örtüşür, ama
bilim adamlarının kendi ağızlarıyla vahyi bu denli güçlü tasdik
ettiklerine her konuda rastlayabilir miyiz, bilemiyoruz. Bilim adamları
ortaya koydukları bulguların kıyameti haber veren bilgiler olduklarının
ne kadar farkındalar acaba?


xaslix

Yazıma daha açıklayıcı bir anlatımla girebilmek için;ilk önce küresel
ısınmanın ne ifade ettiğini anlayalım;Küresel ısınma dünyadaki ortalama
sıcaklık değerlerinin artması demektir Bunun en büyük nedeni insanların
kullanmış olduğunu değişik zararlı gazların atmosferde bir tabaka
meydana getirip güneş ışınlarının yansımasına sebep olmaktır Bu da
dünyanın yeryüzü ısısını artırmaktadır Ayrıca bu zararlı gazlar
atmosferin ozon tabakasına da zarar vermekte,kalınlığı azalan ozon
tabakası güneş ışınlarının doğaya ve canlılara zararlı olan ışınlarını
tutamamaktadır Bu da küresel ısınmayı arttırdığı gibi canlılara da
zarar vermektedir
Küresel ısınmanın sonuçları da başta biz insanlar olmak üzere doğada
yaşayan canlı cansız tüm varlıklar üzerinde olumsuz etkileri olacaktır
Bunlardan başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz;Öncelikle kürsel
ısınmanın artmasından dolayı her iki kutup bölgesindeki buzlarda
erimeler olacağından yeryüzündeki tüm denizlerin su seviyeleri
yükselecek, kıyı bölgelerindeki yerleşim yerleri ve ekin araziler sular
altında kalacağından insanlar bu durumdan olumsuz etkilenecektir
Orman yangınları artacak,dünyadaki çölleşme hızlanacak ve ekim
alanları,otlaklar azalacağından tarım ve hayvancılık yapılamayacaktır
Bunun sonuçları canlılar için bir yıkım olacaktır Bütün bunların
meydana gelmemesi hepimizin ortak dileğidir Bunun için el birliği ile
çevremizden başlayarak öncelikle canlı ve cansız varlıkları
sevelim,koruyalımBu dünyada hep birlikte ortak yaşantımızı devam
ettirebileceğimizi unutmayalım…
Çevreyi kirletecek ve zarar verecek hiçbir şeyi
kullanmayalım,kullananları da uyaralım Kısaca şu atasözümüzde de
belirtildiği gibi “SON PİŞMANLIK FAYDA ETMEZ”


By BiLiNMeZ

Elbette abartıldığı sürece utanma duygusu zarar verebilir. Ancak
bilimadamlarının son dönemde yaptığı çalışmalar utanma duygusunun
hayvanlarda olmadığı gerçeğini ortaya çıkardı. Peki bu durumda sadece
insanlar utanma duygusuna sahipse ve hayvanlar değilse aklımıza iki
soru hemen geliyor. Acaba utanma ve ar duygusundan yoksun insanlar
hangi kategoriye girecek. Daha da enterasanı utanma duygusu olan bir
hayvan olursa onun da yeri konusunda tartışmalar olacaktır. Heralde tüm
halkının toplam utanma duygusu bir milletin medeniyet seviyesi ile
doğru orantılıdır diye bir hipotez ortaya atılsa ispat edilmeye
değerdir. Elbette tüm Dünya medeniyetlerinde sürekli renkli cam
ekranında yahut aynı doyumsuzlukla ve arsızlıkla DÜnya nın tüm
güzelliklerini zedelemeye çalışan , tabir yerinde ise midesi dilate
yani normalden bir kaç kat daha büyük mi**** kimseler var. Tabi
oldukçada çok gibi görünüyorlar. Ama ucuz bir malın milyonlarca
satılması gerçeği, kaliteli ve pahalı bir ürünün kalitesine zerre kadar
etki etmez. Bunların göz önünde olması iyi ve medeni olduklarını
göstermez. Ayrıca herkesin sınırsız mal mülk edinme hakkının olduğunu
ve bunda kimsenin gözü oladığını söylemeye gerek olmasa gerek. Sorun bu
çokluğun nasıl edinildiği. İçinde diğerlerinin mutsuzluğu üzerine
kurulu arsızlık var mı? Kimseyi demoralize etmeden söylemek gerekirse
adım adım süprizlere açık bir hayatta hiç süpriz olmayacak gibi yaşamak
sanırım enterasan bir aldanma. Hele bu hayatta hızlı arsız ihtiraslı
yaşama duygusu ne denli doğru bilinmez. Elbette bu tür kimseler için
eleştiri bir anlam ifade etmez. Toplumun tembelliği ve değer
yargılarının zayıflaması yüzsüz yaşayan ve geçinen doyumsuzların
sayısını artırır demek yalan olmaz. Elbette onları eleştirmek bize
düşmez. Onlara sorarsanız mutlu olduklarını söyleyecektirler. Mutlu
olmasalar yüzsüzlüğe ve doyumsuzluğa nasıl katlanabilirlerdi. Ama onlar
içinde kanser edici sorun bu mutluluğu ne kadar devam ettirecekleri
kaygısı. Yani ne kadar daha aynı oranda arsız ve doyumsuz bir hayat
yaşayarak mutlu olmaya devam edecekleridir. Herşeyin bir başı birde
sonu var. Mutluluğunda. Elbette tüm insanlar mutlu olmalı. Ancak mutlu
olma egosu yüzünden diğer insanların mutlu olmadığı bir dünya ya bizler
ne kadar katkı sağlıyoruz. Tüm bunlardan sonra kendimize durup sormamız
gereken soru belkide benim mutluluğum diğer insanların mutsuzluğuna
sebep oluyor mu ? Aslında güzel ahlaklı ve vicdanlı yahut utanan yahut
doyumlu yada ne derseniz deyiniz bir insan olma diğerlerini mutsuz
edermi. İçinde bulunduğu en kötü durumu bile nakit akışına çevirme
yeteneği ile övünme ve mutlu olma duygusu ise ne kadar yersiz ve
kibirli. Bunun tam tersini yapma ise simyacılık bu günlerde. Elbette
hayatın bu kadar kısıtlı irdelenmesi doğru değil. Ama bize yol
gösterecek ışıklar yakacak gerçek aydın ve aristokratlar çok olsaydı
bunları yazmaya bile gerek kalmayacaktı. Herşeyin geriye
çevrilemeyeceği bir ana gelmektense zamanında tedbir almakta fayda var
sanırım. Vicdanı rahat vicdanların bu yazıyı okurken yüzlerindeki
tebessümü hissedebilmek önemlidir. Bu yazıda bu güzel tebessümlere bir
ön yanıttır. Utanma duygusundan yoksun olanlar bakalım bu hayat denilen
azgın boğanın sırtında daha ne kadar mutlu olmaya devam edeceksiniz ?


starahmet_1905

Küresel Çevre Kirlenmesi

Günümüzün dünyasında çevre kirliliği, tüm gezegeni kaplayan boyutlara
ulaşmış durumda. Dünyanın birçok bölgesinde insanlar, çevre felaketine
karşı korumasız, nükleer tehdit ve radyasyondan habersiz bir yaşam
sürmektedir. Bilim adamları ise bu olumsuzlukların devamı halinde
dünyadaki tüm canlıların ciddi biçimde tehdit altında olduğunu
vurguluyorlar.

Halbuki insanoğlunun gelişimi başlarda yaşam ve doğal çevre ile uyum
içinde sürmüştür. Ancak dünyadaki toplumsal ve teknolojik gelişmelerin
hızla artışı karşısında ekolojik sistemin bu hassas dengesi giderek
bozulmuştur. Bu tehlikeli gelişmenin seyircisi durumunda olan insanlık
ise dünyada dengeli bir çevrenin korunamaması halinde tüm canlıların
varlığının sürmesinin olanaksızlığını acaba ne zaman anlayacak?

Bu yılın yaz başlarında başlayan yağmur dönemi dünyayı etkisi altına aldı. Barajları, setleri ve köprüleri
yıkan seller ölümcül sonuçlara yol açtı. Bir süre önce Trabzon’da
yaklaşık üç saat süren yağmur, Sürmene ilçesi ve haritadan silinen
Beşköy beldesinde büyük mal ve can kaybına neden oldu, ocakları
söndürdü…

Yağışların etkili olduğu bir başka ülke olan Çin’in birçok bölgesinde
barajlar yıkıldı. Harekete geçirilen askeri birlikler setleri yıkarak
sel sularının kırsal kesime yayılmasını sağlamaya çalıştılar. Sel,
eylülün ortasında da Meksika’nın Chiapas eyaletinin Valdivia köyünü yok
etti.

Dünyadaki benzer sel baskınlarının verdiği zararlar ürkütücü boyutlara
ulaştı. 240 milyon kişiyi etkilediği söylenen bu yazın selleri, resmi
açıklamalara göre şimdiye kadar 2 binin üzerinde insanın ve sayısı
bilinmeyen diğer canlıların yaşamlarına mal oldu. Yaklaşık 14 milyon
kişi evini terk etmek zornuda kaldı. Bu durum, insana, Çinlilerin “Su
ile şaka olmaz” özdeyişini hatırlatıyor.

Gün geçmiyor ki çevre felaketi haberlerde yer almasın. Büyük Okyanus’ta
30 metreye kadar yükselen dalgalar sahilleri yerle bir etti. Deniz
dibindeki deprem ya da yanardağların patlamasından meydana geldiği
söylenen bu dev dalgalara karşı uyarı ağları da para etmiyor.
Hatırlanacağı gibu bu dev dalgalar, 1993′te Endonezya’da bir adanın
tamamını kapladı ve 2 bin kişinin yaşamını yitirmesine yol açtı. Yine
Gine’de yaşamını yitirenlerin sayısı ise 3 bini aştı.

Dev dalgalara yol açan depremin merkezi Büyük Okyonus’ta idi. Ama yer
kabuğu, dünyanın başka bölgelerinde harekete geçecek şekilde etki
alanını genişletti. Örneğin haziran başında başlayan depremlerin,
dünyanın dört bir yanını salladığı ortaya çıktı. Ülkemiz de bundan
nasibini aldı. Bu ve buna benzer felaketler bize, geleceğimizi bu
günden tahmin etmenin olanaksızlığını gösteriyor. Ozondaki ****nme ve
hava kirliliğinin yaşamda olumsuzluklara neden olabileceği ve doğal
yaşamın temellerini dinamitleyeceğini küresel gözlükle niçin
göremiyoruz?

Küresel çevre sorunlarının çözümü konusunda her ülkenin, çağdaş
yöntemlerle halkını bilgilendirmesi bir görev olmalıdır. Sanayinin kent
içinden uzaklaştırılmasına ve milli parkların gereği gibi korunup doğal
hali ile tutularak toplumun yararlandırılmasına öncelik verilmelidir.

Üçbinlinli yılların insanları için, doğayla çok daha büyük uyum içinde
yaşanacak rüzgârgüneş enerjisinden yararlanacak doğal konut yapımına
geçilemez mi? Bu sahada yeni arayışlar içinde olmalıyız. Doğanın
intikamının daha büyük olmaması ve acının yoksul ülkelere
çektirilmemesi için insanların bir an önce kendilerine çeki düzen
vermeleri gerekiyor.

**ümcül etkileri yıllardır sürmekte olan ‘Çernobil’ olayından kim
sorumlu? Bugün ‘Çernobil’den on misli daha tehlikeli olacak, radyoaktif
artıkların bulunduğu söylenen Sibirya’nın batısındaki Karaçay Gölü, bir
saatli bombadan farksızdır. Gölün altında, yaklaşık yüz metre
derinlikte beş milyon metreküp radyoaktif tozlardan oluşan kütlenin
varlığı bilinmektedir.

İnsanların yazgıları ile ilgili dehşet dolu olası tehlikelere karşı evrensel yurttaş girişimlerinin etkinliği attırılmalıdır.

Hepimizin paylaştığı bu dünyayı, bu gezegeni gelecek kuşaklara kirli ve
çirkin bırakmaya hakkımız var mı? Geleceğe bir borcumuz yok mu?
Hatalarımızın be****ni henüz doğmamışlara ödetmemeliyiz.

Doğa *****n yasalarına yeterince duyarlılık göstermeli ve doğal
afetlerini ciddiye almalıyız. Doğal zenginliklerle dolu olması gereken
bir dünyadan daha fazla yoksun olmamalıyız.

(Şaban Ali Yaşaroğlu, Cumhuriyet, 3 Ekim 1998)


UndeS

FUTBOLUN TARİHÇESİ

Daha ilkçağlarda futbolu andıran oyunlar oynandığı bilinmektedir.
Avrupa’da İÖ 2. yüzyılda Romalılarca yaygınlaştırılan bir oyun futbola
çok benziyordu. Bu oyun bugünkü futbolun öncüsü sayılır. Bu eski Roma
oyunu İngiltere’de öylesine sevilmişti ki, karşılaşmalar kentler
arasında çatışmaya bile yol açmıştı. Bundan dolayı bu oyun 12. yüzyılda
yasaklandı.

Günümüzde oynanan futbol, İngiltere’de 19. yüzyılın sonlarında
kurallara bağlandı. 1863′te İngiltere’de kurulan Futbol Birliği bu
kuralların belirledi. Oyunda sert, acımasız ve kırıcı hareketler
yasaklandı. Bu anlayışı sürdürenler ise, futbolun değişik biçimi
sayılan ragbiyi geliştirdiler. Futbol, 19. yüzyılın sonlarında
İngiltere’den Avrupa’ya yayıldı. Kısa bir süre içinde de dünyanın
birçok ülkesinde oynanan bir spor haline geldi. 1904′te Uluslararası
Futbol Federasyonu (FIFA) *kuruldu. FIFA’nın yönetiminde 1930’da ilk
Dünya Kupası karşılaşmalarını düzenledi.
teşekür butonuna basman yeterki


En son GeCe YaRıSı tarafından Ptsi Ara. 14, 2009 1:04 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
GeCe YaRıSı
Çaylak
Çaylak
GeCe YaRıSı


Kadın
Mesaj Sayısı : 1200
Yaş : 105
Kayıt tarihi : 29/07/09

Makale Açıklaması ve Örnekler Empty
MesajKonu: Geri: Makale Açıklaması ve Örnekler   Makale Açıklaması ve Örnekler Icon_minitimePtsi Ara. 14, 2009 1:03 am

gul_bahar

Yasamın Arka Yüzü
Onların bizi her gün gördüğü, bizim onları bildiğimiz fakat görmek
istemediğimiz kendi vücutlarını satan kadınlar.Gerçek isimlerini
kullanmazlar, Ebru, Elif, Sedef, gibi takma isimler kullanırlar,
sürekli gizlenme ihtiyacı içerisinde kalırlar. Bunların bazılarının
dostları vardır, bunlar bu kadınları bu şartlar arasında kazandıklarını
yerler, üstelik onlara eziyet etmelerine rağmen kadınlar bunları bir
türlü bırakmaz, nedeni psikolojiktir.

Bu kadınlar sığınacak bir yer ararlar sürekli, kendilerine güvenli bir
liman bulduklarında eziyet bile görseler rahat ederler. Sürekli tehdit
altında kalan bir yaşamları vardır.

Evet bu bizim toplumumuz için şuanda sosyolojik bir sorun olsada,
aslında bu kadınlar toplum içerisinde bir denge unsuru olarak dururlar.
Bu kadınlar gençtir, güzeldir, alımlıdır, cinselliği iyi bilirle, onlar
gerçekten eşlerinden görmedikleri cinsel doyumun en uç sürecini
yaşatırlar. Bu durumu yaşayan erkek, bunu bir süre daha sürdürmek
ister. Toplum içinde onları sürekli eleştirmesine rağmen, yaşadıkları
bir türlü aklından çıkmaz. Tekrar yaşamak isterler, bazı erkekler daha
değişik duygular ararlar, sahtede olsa yaşak aşk yaşadığını sanır,
onlarla cinsellik adına birşey yapmaz, sadece onun güzel sözlerine,
alımlı davranışlarına, kıvrılmalarına, mat olur. Onu sadece o şekilde
yaşamak ister. Cinsellik aklına gelmez, büyünün bozulacağını zanneder,
kadında bu durumu kullanır. Ona daha çok kendine bağlar, daha çok para
sızdırır. Evet bu kadınlar sürekli rol yaptıkları için onlarca erkeğe
değme sanatçılara taş çıkartacak rol yaparlar. Erkeklerin aradıklarıda
bu değilmi?.... Rahat bir yaşam sürmek isterler, bulundukları semtte
diğer kadınlarla iletişim kurmazlar, zaten diğer kadınlarda onları
istemez, sürekli mahalleden kovulmaları için kamu oyu baskısı
yaratırlar. Halbuki evliliklerinin devamlarını bu kadınlara borçlu
oldukları hiç akıllarına gelmez. Bu kadınlar ile ilişki kuran erkekler
eşlerinden bulamadıkları cinselliği doyasıya yaşarlar, onlarla korkuyu
görürler, gizliliği yaşarlar, sakınmayı öğrenirler, içlerindeki şeytanı
bir şekilde ikna ederler. Evet bu kadınlar toplumsal bir denge
olularlar. Bunlarında bir geçmişleri bir aileleri vardır. Her birisinin
başından bir evlilik geçmiş, bu evliliklerinden çocukları olmuştur.
Çocukları ile ilgilenemezler, sürekli gece çalıştıkları için, cocukları
başkaları tarafından yetiştirilirler. Bu annelerin en büyük özelliği
içki ve sigara tüketiminde sınır tanımazlar, içkileri kesinlikle
bedavaya getirmeleri gerekir.
Yaşamları başkalarının paraları üzerine kurulmuştur. Bu kadınların
çevrelerinde onlarca erkek dolanır, her birisi ile ilişkilerinde
onlara, diğerlerinden nefret ettiklerini, kendisini sevdiğini söyler,
ona canım, aşkım, hayatım türünden sözler söyler, almasını iyi
bilirler, o ince kıvrımlarda istediklerini alırlar.
Bu onların en büyük meziyetidir.İçki alemlerinde en büyük mez onlardır,
onlarsız içki alemi olmaz, gruplar halinde gelir erkekleri
eğlendirirler, daha sonra anlaştıkları erkeklerle beraber olurlar.
Erkekler bu kadınları bir türlü bırakmak istemez ve onları
diğerlerinden kıskanırlar, bu kadınlarda bu duyguyu çok iyi kullanıp,
daha çok kazanım elde ederler. Bunlarında hayalleri vardır, iyi bir ev
kurmak, süslü eşyalar almak, şark köşesi kurmak, evi baştan sona
süslemek, değerli takılar takmak, lüks yerlerde yemek yemek, tatil
ihtiyacını bir ilişkisi ile bedavaya getirmek, evet bunlarında
hayalleri vardır. Evet bu kadınlar çevremizde ve bizim içimizde
yaşadıkları halde bizler onları görmeyiz. Taki ihtiyacımız olduğunda,
onlara aracılık edeni bulur onunla bu kadınlar için irtibat kurarız.
Kadınlar yaşadıkları cinselliği o kadar becerikli yaparlarki, bir defa
bunu yaşayan bir süre bunu bırakmak istemez, bunu fırsat bilen kadın,
yeni avını çok iyi şekilde yolar. Bu durum maddi durumu iyi onlanla,
olmayan arasında farklılık gösterir. Durumu iyi olan, kadınları bir eve
yerleştirip onu metres durumuna sokar ve bütün ihtiyaçlarını
karşılarlar, kadınlarda bir süre buna ses çıkartmaz, taki, daha
paralısını bulana kadar. Maddi durumu kötü olanlar ise bu ihtiyaçlarını
günlük olarak karşılarlar, başka şansları yoktur, biraz zorladıklarında
büyük bir borç batağının içerisinde kendisini bulur. Kredi kart
borçları yüzünden icralık olurlar. Evet bu kadınlar bizden biri
içimizden birisi olabilir. Acılarını kimse bilmez onların, herkese
gülücükler dağıtırken yalnız kaldıklarını hayatları için saatlerce göz
yaşı dökerler, kaderlerine isyan ederler, kimsenin sözlerine
inanmazlar, yedikleri hayat darbeleri yüzünden herkese güvenlerini
yitirmişlerdir. Sevmezler, sevldiklerine asla inanmazlar, bunların
tamamen bir oyun olduğuna ve bir süre sonra herkesin kendi yoluna
gideceğini çok iyi bilirler. Hayat onları acımasız yapmıştır, bu yüzden
yeri geldiğinde acımasız davranışlar gösterirler. Arkalarına asla
bakmazlar, toplum içerisinde herkes onları iter, fakat bir fırsatını
bulduğuna onunla cinselliği yaşamaya çalışır, bunlarla ilişki kuran
toplum katmanları içerisinde değişit insanlar vardır. Toplum olarak
onları ötelemek yerine onları bu sosyal denge içerisinde daha rantabıl
bir hayatın içerisine sokmak, kendi ayakları üzerinde durabilecek bir
yaşam sürmelerine sağlamak olacaktır. Her şey başkalarının hayatı
üzerine kurulmadığına göre, bize düşen görev sorumluluk sahibi olarak
bu kadınları bir şekilde bu hayatın içerisine düşmelerine engel olmak
olacaktır. Onları bir düşman olarak görmek yerine korunması gereken
insanlar görmek daha faydalı olacaktır, başlangıç olarak. Bunlarında
birer anne olduklarını unutmadan, anneliği doya doya yaşamlarına fırsat
vermek zorundayız, toplum olarak bize çok büyük görevler düşmektedir.
Bu tür yaşam süren kadınların herbirisinin ayrı bir hikayesi vardır, ve
bu hikayeler acılarla doludur, Hiç bir kadın bilerek ve isteyerek bu
bataklığa saplanmak istemez, Onlarda mutlu olmak, bir aile düzeni
içerisinde yaşamak isterler. Onlarında umutları vardır. Gelecekle
ilgili planları vardır. Fakat bu planları yaparken, kendi ayakları
üzerine değil başkalarının maddi imkanları üzerine kurarlar. Bu onların
en büyük handikapıdır. Toplum olarak tu kaka dediğimiz bu yaşamı süren
kadınlara devlet olarak sahip çıkılmalı, bu hayat süren ve bataklığa
tamamen sahipsizlik ve maddi koşulların yokluğu nedeniye düşen bu
insanlara toplum ve devlet olarak sahip çıkılmalıdır. Sosyal devlet
anlayışının temelide burdan başlamalıdır. Erkek olarak insanları
kullanmak değil, onlara yaşama bağlayacak versiyonları uygulamaya
sokmak gereklidir. allah(cc) korkusu ve insanlıkta bunu gerektirir.


karakurt

Teknolojinin Zararları:

Teknoloji ürünlerinin neredeyse tamamı elektrikle çalışmaktadır.
Elektrikle çalışan her alet bir elektromanyetik alan oluşturur. İnsan
beyninin de kendine ait bir elektromanyetik alanı vardır. Çünkü
sinirler nöronlar aracılığıyla elektriksel uyarıları beynin çeşitli
yerlerine ulaştırarak çalışırlar. Bu nedenle günlük hayatta
kullandığımız her elektrikli cihaz mutlaka bizi olumsuz etkilerler.
Örneğin cep telefonu ile bize en az zarar verecek şekildeki konuşma
süresi doktorlarca günlük azami 5dk olarak açıklanmıştır. Tabiki bu 5dk
süresince telefonun yaydığı elektromanyetik dalga miktarı maksimum
seviyesine çıkar ve insanın beyin ısısının artmasına neden olur.
Beyindeki bu manyetik düzensizlik, uzun vadede beyin hücrelerinin
ölmesine ve özellikle kulaktaki birtakım organların görevini
yitirmesine yol açmaktadır. Bu da duyu kaybı ve denge bozuklukları gibi
etkilere neden olabilmektedir.

Elektromanyetik alan konusunda en çarpıcı ve tehlikeli örnek olarak cep
telefonunu verdik. Fakat günlük yaşamımızda kullandığımız bluetooth
cihazlar, kablosuz ürünler(modemler, fareler, klavyeler, oyun
kumandaları vs.), televizyonlar, crt ve lcd monitörler gibi birçok alet
oluşturdukları manyetik alan miktarlarına göre insan vücudunu ve
kimyasını olumsuz etkilemektedir.

Benzer şekilde yüksek gerilim hatları yakınındaki evlerde yaşayan
çocuklarda Amerikan Bilimler Akademisi tarafından yapılan incelemeye
göre lösemi görülme riskinin diğerlerine göre 1.5 katı fazla olduğu
tespit edilmiştir. Yapılan epidemiyolojik çalışmalar yüksek gerilim
hatları ve elektrikli aletlerin kanser riskini artırdığını
göstermektedir. 0-300 Hz frekanslı alanlardan iletkenlik özellikleri
nedeniyle en çok etkilenen dokular beyin sıvısı ve kan, ikincil
derecede etkilenen dokular ise göz, göz sıvısı, troid, kas,
gastrointestinal sistem, prostat ve testis dokuları olarak
açıklanmıştır. Yani gün içinde teknolojiden yararlandığımız ölçüde
giderek artan oranlarda zarar görmekteyiz.

Baz istasyonlarına veya büyük çanak antenlere yakın yerler de manyetik kirlenmenin fazla olduğu bölgelerdir.
Bu nedenle teknolojiyi mümkün olduğunca ve sadece olmazsa olmaz
önemdeki ihtiyaçlarımız için kullanıp, özellikle cep telefonu
görüşmelerimizi kısa tutmaya ve cihazı mümkün olduğunca vücudumuzdan
uzakta bulundurmaya özen gösterelim.



SERİ SERSERİ

Mavi Ağladığında..

Bir yokluk zamanıydı...insanlar işlerine gider,aşıklar parklarda
gezinir ,çocuklar top peşinde koşturur,yanlızlar köşelerineağıtlarsa
yüreklere çekilirdi...Bir yokluk zamanıydı...onu görürdümbelli belirsiz
aynalarınyüzüme yansıyan zamanlarında...Gözlerinde iki mavi damlacık
yüreğime akardı...Mavi ağlardı....Mavi ağlarben yürek sıkıntılarıma
çare arardım...Mavi ağlar,benduygu depremlerimden arta kalanlara
sarılırdım...Yastaydımsiyahtı her yanım...Herkesin bildiği
yerlerdeherkesin bildiği şeyler yapılırken dolardımavinin gözlerisiyah
bir hüzünle...Martıların denize dokunup kaçtığı yerlerdeyakardı
ışıklarını...yaktığı ışıklarla ışıl ışıl olurdumavinin gözleri,yüzünde
mavi bir tebessümve dudaklarında umut mavisi kelimeler...Ben maviliğine
,maviliği ışıklarıyla aydınlattığı denize karışırdı...Denizsebildik
hüzünleri savururdu dalgalarıylamavi bir iklimde...Bir yokluk
zamanıydı...Ben yok olurdum,mavi ışığını kapatır...İnsanlar işlerinden
evlerine döner,aşıklar parklarındaneski yalnızlıklarına
karışır,yalnızlar durdukları köşeden sıkılırdaha yalnız köşeler
ararlardı kendilerine...Siyah duvarlarımdan siyah hüzünler akardı
....gölgem saklandığı yerden çıkardı...Mavi konuştukça susardı...mavi
sustukça katardı maviliğini hüzünlerime...Kattıkça umut beyazına
dönerdi hüzünlerimanlık siyahlığından...Umut edemezken yarım kalmış
şarkıların tamamlanmasını,Mavi, notalar yazardı siyah çizgilerin
üzerine...Mavi ağlardıve ben mavi gözyaşları biriktirirdim
yüreğimde...Mavi ağladığında vazgeçerdimgünlük
intiharlarımdan...Yaşamın karmaşasına döner,parklarda gezen yalnız
aşıklara laf atar,işlerine koşuşturan insanların ayaklarınayaşamsal
çelmeler takar,çocukların oyunlarına karışır,yalnızları çekildikleri
köşelerde rahatsız ederdim...Buna rağmen mavi durmaztüm sessizliğiyle
ağlardı...Mavi gözyaşları çoğalırdı yüreğimde...Mavi bir ölüm olurdu
yaşam,mavi yapraklar dökülürdü zamansız dallarından...Bir yokluk
zamanıydı...Siyahlığımın arasından geçipbilmediğim bir yere doğru
giderkengörmüşlerdi onu,güneşin bile gözünü açmadığı bir
zamanda...Giderken de ağlamıştı mavi,Mavi gözyaşlarına yenilerini
katmıştı...Yüreğimin kaldırımlarındaMavi ayak izlerini bırakmıştı...



Yeni Bir Gözle Futbol Nedir?

İlk olarak insanlar bir topla oyun oynuyorlar. Top kaleye girince
patlamıyor ya da topa vururken rakip öldürülmüyor. Tanımlı kurallar
arasında bunlar yok. Demek ki hedef oyun oynamak…

İkincisi diğer oynamayan insanlar bir bütünlük bilinci oluşturuyor. Bu
bütünlük bilinci katı ve kendisini oynayan bireylerle özdeşleştiriyor.
Böylece başarısı onların başarısına bağlı oluyor

Üç her grup diğer grubun temsilcisi olan takıma öfke duyuyor. Çünkü
kendisinin sahaya inme şansı yok. Çok aşırı edilgen bir konumda oturup
izlemesi isteniyor. Bir de bağırması/tezahurat yapması. Oysa o bedenini
yansıttığı için aslında koşması topa vurması, çalım atması gerekiyor.
Bu tıpkı bilgisayar oyunu oynarken bir rakipten hem tuşlara basarak,
hem kafamızı istemeden çekerek kaçmamız gibi.

Dört insanlar çağlardan beri toplumsal öfkeyi, kurbanlarını,
gladyatörlerini sahalarda çarpıştırarak akıtmış, toplumsal bilinçaltı
böyle rahatlatılmış.

Beş artık eskiden olduğu gibi savaşlar yok. Oysa doğada çok güçlü bir
türler ve alanlar savaşı var. Genler bizi mücadeleye itiyor. Bir türün
alt bölümleri bile alan mücadelesi yapıyor. Böylece günümüzün modern
savaş alanları futbol sahalarına dönüşüyor.

Altı Futbolda objektif ölçeklendirme ve karar verme mekanizması yok.
Birden fazla hakeme bölünmüş olan karar mekanizması olağanüstü yoruma
açık ve bir itiraz makamı ya da üst mahkemeyle düzeltilen bir durum yok
en fazla maç tekrarlanabilir.

Yedi Futbolda atılan gol miktarı basketbol gibi çok değil veya tenis
gibi süratli değil. Bunun sonucunda aşırı bir gerilim oluşuyor ve bu
gerilimin boşalma noktalarının sınırlı olması saha dışında patlamalar
yaratıyor.

Sekiz insanların başka problemleri var. Aslında hayat problemlerini
boşaltmak için yüksek ülküleri kullanıyorlar. Prensip olarak şiddetin
tüm türevleri nefsi-müdafaa, vatan savunması gibi mecburi haller
dışında aslında dikkatsizlik ve bastırılmış duyguların bir düdüklü
tencere gibi patlamasından oluşuyor.

Dokuz Misafir olanın azınlık olduğu ve ciddi baskı altında olduğu
konumlarda evsahibi; herçeşit güvenliği ve konukseverliği bizzat kendi
insanına karşı olması gerekse de uygulamalıdır. Yani hem misafir takım
hem evsahibi bunu yapmalıdır. Dolayısıyla. Önemli bir hata çıkıyor.
Milli maçlar her iki ülkenin topraklarında oynanmamalıdır. Ancak bu
şekilde sportmen bir yaklaşım olabilir. Taraftarların 3. ülkeye gitmesi
kolay ve ucuz olmalıdır.

On Ülkenin insanları toplumsal motiflerle örtülür. Örneğin Dünya
Kupasında ilginç bir olay olmuştu. Davulcu büyücüler getirilmiş ve saha
kenarında büyü yapıyordu. Brezilya mıydı? Takımı hatırlamıyorum ama
olayı hatırlıyorum. Onlar büyü yaparlarken işe yarar mı yaramaz mı
bilmem önemli olan bir çok insandan “Ben de dua ettim onlar büyü
yaptıkları sırada” sözünü işittim ve aslında binlerce insanın dua
ettiğini farkettim.
Aynı şekilde mesela ünlü İsviçre maçındaki motifler iki toplumu çok
irite eden kışkırtan iki motif. Nedir onlar, bayraklar. İkisi de
kırmızı beyaz. Ancak her ikisi de iki dinin en güçlü sembolü.
Bilinçaltları aslında güçlü bir şekilde bunu daha derinden algıladı ve
iş bir oyun olmaktan çıktı. Sanırım bunu bir çok kişi gözden kaçırıyor.

Onbir Futbolda taktik kararlar hakkında herkes ve her izleyici konuşup
değerlendirme yapabiliyor. Belki de gelişen teknoloji ile birlikte
karar alınması ve teknik direktöre kalmadan kararın verilmesi gerekiyor.

Oniki Futbolcuların psikolojisinde dış dünya algısı belirleyici oluyor
üstlerinde binlerce insanın bedensel baskısı ve milyonlarca insanın
psikolojik baskısı var. Çok ciddi bir duvar örmeleri gerekiyor. Bu
duvarsa enerji harcatıyor. Büyük bir enerji kaygı ve korkuyu durdurmaya
harcanıyor. Gerekli psikolojik değişimler uygulanabilirse oyunun
kalitesi ve yapısı olağansütü değişecektir.

Onüç Futbol çok ciddi bir ekonomik sahadır. Biz, ülke, takım, taktik
derdindeyken büyük karar vericiler için aslında taşkın olayların
olmasının getirisi ve reytingi hesaplanır. Dolayısıyla işin içinde çok
ciddi planların dönmesi, maç izletme haklarının paylaşılması ve buna
dayalı pazarın hareketlenmesi daha fazla anlatmak istemediğim ama sizin
düşününce çok şey göreceğiniz bir alan oluşturu.

Ondört Futbolun spor olarak algılanmasındaki en büyük etken -Google
Earth ile şehirlerimize bakacak olursanız- çok az yeşil saha, çok az
oynama imkanı ve tesis bulunması, artı olarak diğer sporların futbol
kadar güçlü olmaması. En bariz örnek yüzme havuzlarının yurtdışında
neredeyse her mahallede olmasına karşın bizde tek tük olması, koşu
alanlarının sadece sahillerde o da yeni yeni yapılmaya başlaması gibi.

Onbeş Futbol ayakla oynanan bir oyun (kalecileri nispeten saymazsak)
dolayısıyla beyin için ele göre daha kompleks bir dikkat gerektiriyor.
Kişiler profesyonel olsa bile bu böyle. Bir penaltıyı kaçırmaları
normal geliyor ama bir basketçinin potayı ıskalaması çoğu kişi için
daha anlaşılmaz. Dolayısıyla ayakla oynanan bir spor. Gün****k hayatta
insan ayakla bir şeye vuruyorsa onu tekmeliyordur. Yani? Tekmelemek uç
bir harekettir. Dikkat edin taşkınlıkların çoğunda tekme atılıyor.
Hatta saha dışında da. Tesadüf mü? Sanmam.

Onaltı Yine de zevkli ve fairplay/centilmenlik kurallarıyla oynanan bir
futbol maçını izlemek olağanüstüdür. Hele hele, her bir ülkenin
bedensel, taktiksel farklarını görmek ve oyunun yorumlanış farklarını
izlemek gerçekten güzeldir.

NOT: Shaolin Soccer Adlı uzakdoğu komedi filmini izleminizi şiddetle
!!! tavsiye ederim. Hem çok gülecek hem de futbolu yeniden başka bir
gözle görmenizi sağlayacak.





Emek Kavr***** Farklı Bir Bakış

Emek, varlığın kendisiyle bir bütündür. Varolan her birey emeğin birer
parçasıdır. Okuluna giden öğretmenin sınıfta ders anlatması bir emek
olduğu gibi, onu dinleyen öğrencinin sarfettiği çaba da bir emektir,
aynı zamanda öğretmeni dinlemeyip başka birşey ile meşgul olan
öğrencinin sarfettiği çaba da bir emektir.

Emek her alandadır, benim bu yazıyı yazarken, sizin okurken ayırdığınız vakitte emek ile ilintili bir durumdur.

Yukarıda bahsettiğim konular, emeğin hizmet yönünden anlaşılabilmesi
için genel ve basit örneklerdi, birde emeğin üretim alanında yeri
vardır ki, üzerinde hassasiyetle durmamız gereken bir durumdur.

İlk önce Meta kavramını açıklayalım,

Meta: İnsan gereksinimini karşılayan maldır, yalnız bunu şöyle ifade
e****m, insan gereksinimi derken burada bahsi geçen üretilen malın
başkasına satılmasıdır, peynirden yola çıkalım, evde yenilen peynir
meta değildir, tüketim maddesidir, üretilip satılan peynir metadır.
Metanın satılması karşılığında alınan ücret illaki para olmayabilir,
bir meta başka bir meta ile takas yapılabilir.

Şöyle düşünün lütfen, bir adamız olsun, komün hayatı yaşansın, diğer
bir ifadeyle Beraber çalışıp geliri paylaşmak üzere bir araya gelen
insanların oluşturduğu topluluk. Burada herkes eşit ücret alacak, çünkü
gelir havuzda toplanıp ortakça her bireye dağıtılacak. Herkes emek
harcacayak, emeğinin karşılığında toplum gereksinimleri için meta
üretecek ve meta karşılığında ortak emek ortakça emek sahiplerine
paylaştırılacak. Burada emek sahibi diye bahsettiğimiz proletarya
değildir, çünkü proleteryanın olduğu yerde mutlaka bir üst sınıfta
kendisini varedecektir. Marksist tutumda proleteryanın gücünden
bahsedilir, sınıf dayanışması üst safhadadır, ancak görülmüştür ki, her
sınıf kendisine bir ad veridiği ve o adı imgeleştirdiği vakit bir üst
sınıfta kendiliğinden oluşmuştur. Ben bu durumda proleterya demek
yerine "emek sahibi"
sözünü kullanmayı daha uygun buluyorum.

Peki, şimdi siz diyeceksiniz, "emek sahibi" ile "proleterya" aynı
kapıya çıkmıyor mu, ne farkeder biri diğerini aynısı değil mi diye? Çok
haklı bir soru olmakla çok haklı da bir cevabı olduğunu belirtmek
isterim.

Emek sahibi, meta üreten herkesi kapsar ve üst sınıfı oluşturmaya
olanak tanımaz, tek bir sınıf vardır, toplumda bölünme söz konusu
olamaz böylelikle kapitalizme karşı bir duruş gösterir. Proletarya ise
işçi sınıfını oluşturur ve iyi niyetli bir kavramdır, ancak kapitalizm
bölünmeleri sevdiği için ve emperyalist tutum sinsice planlar yaptığı
için, başka bir sınıfın oluşmasına da olanak tanır. Bunun adı da
burjuvadır, sermaye sahibidir.

Bizim için önemli tanımlamaları yaptık, şimdi gelelim "Emek" kavramının
kapitalist düzende ne denli kutsallığından uzaklaştığına.

Sizlere bir örnek vermek istiyorum, sokaklarda ayakkabı boyayan, elleri
nasır toplamış, yüzleri esmer, kaşları, gözleri, saçları, kara
çocukların yaptığı işe saygı duyan onların önünde eğilen kaç kişi var
dersiniz. Lütfen gerçekçi olup bu soruyu kendimize soralım, malesef yok
denecek kadar az, o varolanların bir kısmıda acıma duygusu içindeler,
oysa alınterini döken herkes kutsal bir iş yapıyordur, onlara acımak
yapılan haksızlığın en büyüğü olur. Asıl acınacak birisi varsa o da
onların okula gitmelerini engelleyen, küçük yaşta ezilmelerine olanak
tanıyan, her fırsatta onları itip kalkan toplumun ta kendisidir.

1800 lü yılların sonlarına doğru sermaye kendisini hissetirmiş, sanayi
devrimiyle kadın ve çocukların iş gücünde çalışmalarına olanak
tanınmıştı, işte o zamanlarda bugün belliydi, kadın ve çocukları daha
çok sömürecekler ve daha çok kar elde edeceklerdi ve bunu başardılar,
özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde başarıyla uygulanan
bir sistem halindedir. Çocuklar bir toplumun geleceğidir, kadınlar
birer annedir, bu iki grubu ezik yetişmesinen ne denli başarılı
olacaklarının bilinciydeydiler ve gerekeni sistematik bir biçimde halka
sinsice uygulamışlardır.

Emek sahibinin bu durumdan hiç mi kabahati yok? Diye, sorarsanız
vereceğim cevap "tabiki var" olacaktır. Çünkü emek sahibi yeteri kadar
örgütlenmemiş, sınıf dayanışmasına gereken özeni göstermemiş, toplum
menfeatinin gücüne yeteri kadar inanmamıştır. Burjuvanın içine bir
kısmı entegre olmuş, durduğu yer ile arzuları çatışmıştır. Bireysel
menfaatler ön plana çıkmıştır.

Şimdi aynada herşey oldukça net gözüküyor, bugün Küba'da halen herkes
eşit ücret alıyor, Chavez Venezuella'da bir akım başlatmış ve son
olarak bu 1 Mayıs'ta işçilerine %30 zam yapmıştır. Latin Amerika
ülkeleri Küba örneğiyle emeğe doğru bir yürüyüş gerçekleştirmişlerdir.
Dünya uyanıyor, kapitalizm çürümeye mahkum ve mutlaka bir gün
çürüyecektirde...






Utanma Duygusu ve Mutluluk

Elbette abartıldığı sürece utanma duygusu zarar verebilir. Ancak
bilimadamlarının son dönemde yaptığı çalışmalar utanma duygusunun
hayvanlarda olmadığı gerçeğini ortaya çıkardı. Peki bu durumda sadece
insanlar utanma duygusuna sahipse ve hayvanlar değilse aklımıza iki
soru hemen geliyor. Acaba utanma ve ar duygusundan yoksun insanlar
hangi kategoriye girecek. Daha da enterasanı utanma duygusu olan bir
hayvan olursa onun da yeri konusunda tartışmalar olacaktır. Heralde tüm
halkının toplam utanma duygusu bir milletin medeniyet seviyesi ile
doğru orantılıdır diye bir hipotez ortaya atılsa ispat edilmeye
değerdir. Elbette tüm Dünya medeniyetlerinde sürekli renkli cam
ekranında yahut aynı doyumsuzlukla ve arsızlıkla DÜnya nın tüm
güzelliklerini zedelemeye çalışan , tabir yerinde ise midesi dilate
yani normalden bir kaç kat daha büyük mi**** kimseler var. Tabi
oldukçada çok gibi görünüyorlar. Ama ucuz bir malın milyonlarca
satılması gerçeği, kaliteli ve pahalı bir ürünün kalitesine zerre kadar
etki etmez. Bunların göz önünde olması iyi ve medeni olduklarını
göstermez. Ayrıca herkesin sınırsız mal mülk edinme hakkının olduğunu
ve bunda kimsenin gözü oladığını söylemeye gerek olmasa gerek. Sorun bu
çokluğun nasıl edinildiği. İçinde diğerlerinin mutsuzluğu üzerine
kurulu arsızlık var mı? Kimseyi demoralize etmeden söylemek gerekirse
adım adım süprizlere açık bir hayatta hiç süpriz olmayacak gibi yaşamak
sanırım enterasan bir aldanma. Hele bu hayatta hızlı arsız ihtiraslı
yaşama duygusu ne denli doğru bilinmez. Elbette bu tür kimseler için
eleştiri bir anlam ifade etmez. Toplumun tembelliği ve değer
yargılarının zayıflaması yüzsüz yaşayan ve geçinen doyumsuzların
sayısını artırır demek yalan olmaz. Elbette onları eleştirmek bize
düşmez. Onlara sorarsanız mutlu olduklarını söyleyecektirler. Mutlu
olmasalar yüzsüzlüğe ve doyumsuzluğa nasıl katlanabilirlerdi. Ama onlar
içinde kanser edici sorun bu mutluluğu ne kadar devam ettirecekleri
kaygısı. Yani ne kadar daha aynı oranda arsız ve doyumsuz bir hayat
yaşayarak mutlu olmaya devam edecekleridir. Herşeyin bir başı birde
sonu var. Mutluluğunda. Elbette tüm insanlar mutlu olmalı. Ancak mutlu
olma egosu yüzünden diğer insanların mutlu olmadığı bir dünya ya bizler
ne kadar katkı sağlıyoruz. Tüm bunlardan sonra kendimize durup sormamız
gereken soru belkide benim mutluluğum diğer insanların mutsuzluğuna
sebep oluyor mu ? Aslında güzel ahlaklı ve vicdanlı yahut utanan yahut
doyumlu yada ne derseniz deyiniz bir insan olma diğerlerini mutsuz
edermi. İçinde bulunduğu en kötü durumu bile nakit akışına çevirme
yeteneği ile övünme ve mutlu olma duygusu ise ne kadar yersiz ve
kibirli. Bunun tam tersini yapma ise simyacılık bu günlerde. Elbette
hayatın bu kadar kısıtlı irdelenmesi doğru değil. Ama bize yol
gösterecek ışıklar yakacak gerçek aydın ve aristokratlar çok olsaydı
bunları yazmaya bile gerek kalmayacaktı. Herşeyin geriye
çevrilemeyeceği bir ana gelmektense zamanında tedbir almakta fayda var
sanırım. Vicdanı rahat vicdanların bu yazıyı okurken yüzlerindeki
tebessümü hissedebilmek önemlidir. Bu yazıda bu güzel tebessümlere bir
ön yanıttır. Utanma duygusundan yoksun olanlar bakalım bu hayat denilen
azgın boğanın sırtında daha ne kadar mutlu olmaya devam edeceksiniz ?




karakurt

AŞKA ZAMAN YOK

Yüksek lisans tezimi bitirdikten sonraki dönemde, tez konumun bir
bölümü aşk ve sevgiyi de kapsadığı için, bu konuda konuşmalar ve grup
terapileri yapmıştım. Kişiler aşkın ve sevginin kimyasal ve psikolojik
süreçlerini öğrenmekten hiç hoşnut olmuyorlardı, herkes zihnindeki
kristal sarayın öyle kalmasını istiyordu, yıkılmadan...

Genel inanç şuydu, “Kesin bir aşk vardı, hiç bitmeyecekti ve bunu da ilgili şahıs başaracaktı”...

İlgili şahıs kim mi? Herkes... Diğer bir deyişle, herkes kendini
diğerlerinden farklı görmeyi yeğliyor, bilimsel bilgileri reddederek,
“Ama ben farklıyım, ben aşkı bulacağım ve ömür boyu koruyacağım”
diyordu. O dönemde bazı bilimsel bulguları neden bunca reddettiklerine
şaşırmıştım , şimdilerde ise anlıyorum ki, kimse hayalinin çalınmasını
istemiyordu.

Oysa, belirsizlikler ve kesintiler olmadığı sürece, aşkın kimyasını ve
ortaya çıkışını oluşturan, aynı anda salgılanan birbirine zıt iki
hormon Penilethomine ve Endorphine 3 yıl dayanıyordu. Sonra beden
bağışıklık kazanıyordu bunlara ve aşk bitiyordu. Kişiler bu bilgileri
sevmeseler de aşkın kimyası bu idi, bilimsel bilgi bu idi, aşk
bitecekti. Galilei nin dediği gibi, “ Beni assanız da, dünya dönmeye
devam edecek”. Bu hormonlar da kendilerini tüketeceklerdi.

Sonraki yıllarda bu konudaki radyo, televizyon konuşmalarım devam
ederken, bu hormonların yapısında olan niteliklere öylesine kapıldım
ki, kendim de dahil herkese sıklıkla aşık olmalarını, ardında kalan
acıyı yaşayıp atlatmalarını, böylece daha zinde- umutlu olacaklarını,
bedenlerinin böylelikle sağlıklı kalacağını anlatır oldum.

Bunu izleyen süreçte ise- çok da geçmedi 4-5 yıl ancak- başka konularda
konuşmalar yapmaya başladım, aşktan da söz eden kalmadı.
Sosyal-Ekonomik Durumsal değişimler, hızlı gelişen teknoloji, yaşam
derken...

Şimdilerde, aşkın geride kalmış bir Mit olduğunu görüyorum, günümüz
insanı, günümüz teknikleri içinde aşkı yaşayamıyor. Üstün teknoloji
imkanlarından yoksun olanlar veya kırsal kesim insanı hariç tabii ki...

Oralarda bir yerlerde aşk hala vardır eminim.

Aşk bazı şeyler ister. O mekanik değildir, gerçek çiçekler- gülücükler
ister, dokunmak, duymak, telefon başında aranmayı beklemek, biriyle
buluşup da zaman geçmesin diye düşünmek, yağmur altında yürümekten
keyif almak ister aşk...

Aşk çok şey ister. Aşkın zamanı geniştir, özen- sabır- insan ister. Artık aşka zamanımız yok..

Nerden geldi aklıma bunlar? Bazı şeyler için hastaneye gittim, bilinen
yoğun koşturmanın ötesinde, her şeyin ne kadar sistematik olduğunu
algıladım, bankalardaki gibi, muayene ve tahliller için numara
alınıyor, sırası gelen koşuyor, kan ya da bir tahlil için... Bilmem
kaçıncı kata gidiyor, gene numara alınıp veriliyor, sonuçlar doktora
kapıdan uzatılıyor, doktor sizi görmüyor- bakmıyor. Yeni bir tahlil
istiyor. Aynı şeyler tekrarlanıyor- tekrarlanıyor...

Asansöre 50 kişi rahat sığıyor, hızla katlar tırmanılıyor.
Sonuçta büyük bir kalabalık, bilgisayar sistemli güzel bir düzen, ancak bu düzenin içinde insan unsuru yok...

Sonra yaşamımıza baktım, alışverişlerimiz, ödemelerimiz otomatik-
pratik, her şey hızlı ve kolay. Bilgisayar başında mail yazılıyor,
çiçekler kart şeklinde elektronik atılıyor, bilgi bir kutucuğa
aranılanı yazıp enter tuşuna basmak kadar yakın. Yollarda koşturan bir
çok insan, her şey öyle sistemli ki, ama değdiğimiz- dokunduğumuz insan
yok. Birey yok, zaman yok, hiçbir şeye zaman yok. Evet artık aşka da
zaman yok...

Böylesi çağrışımlarla geçmiş geldi aklıma, aşk konulu toplantılara
gelen kişiler, aşk acısı çeken danışanlar, tanışların aşk konulu
anlatımları geride kalmış. Hiç biri yok son yıllarda. Danışılan
konuların içeriği değişmiş. Bunaltı olmuş, sosyal fobi, panik atak ve
bir çok başka konu olmuş.

Çünkü aşka zaman yok, ondan daha çok hasta oluyoruz, mutsuzuz... Hastaneler insan dolu, gülümseyen insan sayısı azaldı.

Aşk bunca acımasız işte, affetmiyor, yolu kendine uğramayanı hasta bile ediyor. Çünkü bedenin Endorphine de ihtiyacı var.

Dedim ki, keşke eski yıllardaki gibi olsa, birileri aşk için danışmaya
gelse, aşkı merak eden ve yaşayanlar olsa, varsın kimse bilimsel
bilgilere inanmasın, bilimle zıtlaşsın.

Yeter ki aşk olsun...


karakurt

Milli Eğitimimizin

tarih boyunca gelişememesinin

Düşündürdükleri

Mustafa Yazıcı
Emekli Öğretmen

Eğitim:

1. Bir insanın düşünme davranışlarını geliştirmek, içinde yaşadığı toplumun iyi değerlerini benimsetmek için uygulanan yollar.

2. Bir insana, okul gibi belli ve denetimli bir çevrede kişisel
gelişme, toplumsal nitelikler, meslek veya uzmanlık kazandırılması.

3. Öğretmen veya eğitimci yetiştirecek olanlara verilen psikoloji,
öğretim metotları ve uygulama, eğitim tarihi, eğitim felsefesi,
yönetim, teftiş gibi bilgilerin genel adıdır.



Tarihteki ilk eğitim kavramları, tartışma götürmez biçimde toplumsal
nitelikliydi. Eğitim, çocuğu gelecekteki durumuna alıştırmaya, onu bir
kabilenin, kastın ya da modern bir sitenin üyesi olarak hazırlamaya
dayanıyor, çocuğun kişiliği hiçbir şekilde dikkate alınmıyordu.

Eğitimci, aileyi ya da toplumu temsil eden bir usta; eğitimse, bir
davranış bilgisi kazandıran, öğretime çok yakın bir reçeteler
bütünüydü. 19’uncu yüzyıl toplumbilimcileri, Eflatun’un ortaya attığı
bu kavramları; eğitimi, “genç kuşağın yetişkin nesil tarafından
toplumsallaştırılması” diye tanımlayan Durkheim’ı benimseyip,
geliştirdiler. Ama Jean Jacques Reasseau’nun ‘Emile’ adlı eseri,
özellikle de deneysel ruhbilimin gerçekleştirdiği büyük gelişmeler,
yirminci yüzyılın başlarından günümüze, bu görüşü kökünden değiştirdi
ve ‘çocuk’, bir inceleme konusu haline geldi. Çocukların zeka düzeyi
ölçülmeye, yetenekleri testlerle ortaya konulmaya başlandı. Eğitmek
artık, bilimsel bir araştırmaya dayanarak çocuğun yeteneklerini
geliştirmek anl***** geliyordu.

Tarihimizdeki eğitimimize gelince, Orta Asya’da yaşayan Eski Türklerde
eğitim; cesur, savaşçı bir soy yetiştirmek amacına dayanırdı. Çocuklar
evleninceye kadar baba ocağında kalırlardı. Her ****kanlı ancak bir
kahramanlık alabildikten sonra ad alabilir, ondan sonra evlenebilirdi.

Türk Milli Eğitim sistemi

Türk Milli Eğitimi’nin genel gayesi; milleti meydana getiren bütün
fertleri, şuur etrafında, bölünmez bir bütün haline getirmek, ilmi
düşünmeye, geniş bir dünya görüşüne sahip, örf ve adetlerine bağlı,
kendine ve topluma faydalı, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesine
yükseltebilecek insanların yetiştirilmesidir.

Milli Eğitim, ulusal toplum çapında kolektif bir girişimdir. Onun için
her şeyden önce Bakanlık kuruluşu içinde makam katı-kuruluş katı,
okul-aile ortaklığı, öğretmen-veli, öğretmen-öğrenci iletişimleri
gerekli özenle sağlanmalıdır. Bakanlığın kuruluş yasası buna elverişli
hale getirilmelidir. İkili iletişim düzenlemeleri gereğince kurulup
içtenlikle korunmadıkça Milli Eğitim, tek yanlı kalmaya ve dolayısıyla
insanlık tarihinin gelişme çizgisindeki ümmetçilik-ulusçuluk köprüsünü
aşamamaya mahkumdur. Sözünü ettiğimiz iletişim ağı aslında bir
uyarı-tepki düzenlemesidir. Bu, toplum içinde bir denge ve dinamizm
etmenidir; gerçeği bulmaya yarar, huzuru getirir.

Eğitimimizde hala tek yanlı bir eski düzen öngörülmektedir.
Eğitim-öğretimimizin kökleri, tarihimizin derinliklerine dayandığı
halde, köklü değişiklik yaparak: ‘Atom Çağı’ uygar devletle seviyesine
yetişemiyoruz. Öğretim-eğitimde köklü değişiklik hiç şüphesiz öğretmen
ve eğitimle olur. Ama memleketçi, vatansever öğretmenin sesine kulak
verilirse.

Geçmişten ders almak

Yakın geçmişimizde, toplumun bitmişliğine kanıt acı deneyimimiz her
yeni nesile aktarılmalıdır. Amerikalı bilim adamı Herbert Muller
1958’de yayımlanan ‘Tarihin Beşiği’ adlı kitabında “****** ortaya
çıkıp Sevr’i ters yüz etmeseydi bugün Anadolu’da Türküm diyen bir tek
insan bulamazdınız” diyerek, istilacıların söylediklerini geç de olsa
pekiştiriyordu.

Osmanlı toplumu tarihsel sürecin gerilerinde donmuş kalmış olmasının
sonucu çökmüştü. Osmanlı’nın geri kalmışlık yüzünden yıkılışı sadece
bir rastlantı değildir. Gerilik-yıkılış ilişkisi objektif bir analiz
yöntemi ile ortaya çıkarılmalı, bundan sonraki önlemler ona göre
yapılmalıdır. Bu arada Milli Eğitimin rolü de doğru seçilmelidir.

Tepkisizlik öğrenci topluluğunda durağanlık yaratır. Durağanlık zamanla
topluma yayılır. Laikliğe ters düşen yöntemler toplumda durağanlığın
direnç kazanmasına yol açar. ******’ün skolastizmden yakınmasının
nedeni kuşkusuz budur. Doğal ve bilimsel Milli Eğitim anlayışına göre
öğretmen yetiştirmeye başlanmıştır. Bu, laiklik yönünde atılmış dev bir
adımdı. İstanbul Öğretim Okulu’nda yüksek bölüm açılıncaya kadar yarım
yüzyıl eğitimde bilimselliğe yöneliş, okul içinde dolayısıyla toplum
içinde yerleşmeye çalışmıştır.

Yüzyılımızın yaklaşık ilk yarısında Satı Beyle İhsan Sungu’nun
kişiliklerinde Mülkiyeliler ve o günlerin aydınları öğretmen okuluna
sahip çıkmışlardır. Hasan Ali Yücel topluluğu denebilecek oldukça büyük
bir büyük bir öğretmen kadrosu o misyon ruhunun temsilcisi olmuştur.
İşte ******’ü hazır kuvvet olarak sessizce karşılayan yüce gönüllü
nesil bu.

Gazi Eğitim Enstitüsü

******’ün bütün umudu kendisine sıcak kucağını açan öğretmenlerde idi.
Ata, “Muallimler” diye gür sesiyle hitap ederek “Yeni nesli
cumhuriyetin fedakar muallim ve mürebbileri, siz yetiştireceksiniz”
diyor ve ekliyordu. “Cumhuriyet; fikren, ilmen, bedenen kuvvetli ve
yüksek seciyeli muhafızlar ister”. O’na mahsus ve O’nu yapan
direktiflerden biridir bu.

******, Ankara’da görkemli bir Öğretmen Okulu yapılmasını istiyordu.
Şehirde buna elverişli bir yapı yoktu. Eğitimin zaman istediği
düşünülerek hemen bir yapıya başlanıldı. Yapı bitinceye kadar Konya’da
İstanbul Öğretmen Okulu örneğinde bir okul açılmasına karar verildi.
1928’de Opera’nın karşısındaki yapı hazırdı. Konya’dan gelen
öğrenciler-ki hepsi edebiyat bölümü öğrencileri idiler- oraya
yerleştiler. Ancak, Dışışleri Bakanlığı mensupları Ata’dan bu binayı
istediler. Öğretmen Okulu’na T.C.Merkez Bankası’nın olduğu yerdeki
bahçe içinde bir eski Ankara Evi olan, kendi yerlerini vereceklerdi.
İlgililer Ata’ya daha büyük, daha görkemli bir yapı yapmaya söz vererek
O’ndan söz aldılar. İşte şimdiki Gazi Eğitim Enstitüsü (GEE) binası
böylece yapılmıştır. Bilimselliğe yöneliş, devlet merkezinde il büyük
eğitim kuruluşu olan GEE’nin özgün kişiliğinde gerçekleşmiştir.

GEE böylece öğretmen okulu olmanın ötesinde bir fakülte değerinde
bölümleriyle bir üniversite düzeyine çıktı. Bu okul en son, ülkenin
eğitim anlayışına bir transformasyon gerçekleştirdi. Eğitim artık salt
bir düşünme ürünü olmaktan kurtulup bağlantılı olaylar arsında işlev
gören bilimsel bir işlem katına çıkmıştır.

Öğretmenleri ve öğretmenliği Gazi Mustafa Kemal ****** şuuru ile ele
almaya ve sonuçlandırmaya yönelen tutum Türkiye’nin kaderi ile
ilgilidir. Yarının Türkiye’si, onların elinde iyi yetişen gençlerin
elinde olacak, Türk milleti de bu eserle iftihar edecektir.



Beyaz Melek

EMPATİ

Başkalarının duygularını anlamaya çalışma, tavırlarını onların ruhsal
durumlarına göre ayarlayabilme becerisi, ikili insan ilişkilerinin
temelini oluşturmaktadır. Bundan dolayıdır ki, empati insanlarla ikili
ilişkilerde başarıyı belirleyen ve sosyal ilişkileri yönlendiren bir
etmendir. Bazı yöneticiler empatik olmayan davranış ve anlayış
sergilerler. Bu tür düşünce ve tavırların yöneticinin başarısına
olumsuz yönde bir etki yapacağı kaçınılmaz bir gerçektir.

En basit tanımıyla Empati, bir insanın kendisini karşısındaki insanın
yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır.
Empati insanlarla ikili ilişkilerimizde başarıyı belirleyen ve sosyal
ilişkilerimizi yönlendiren bir etmendir. Toplumumuzun dokusunu koruyan
oldukça önemli ve gerekli bir beceridir

Empatinin gerçekleşmesi için üç temel aşama gerçekleşmelidir.

İlk olarak, empati kuracak kişinin, kendisini karşısındakinin yerine
koyması, olaylara onun bakış açısıyla bakması ön şarttır.Empati kurmak
için dünyaya onun bakış tarzıyla bakılmalı ve olaylar onun gibi
algılanıp ve yaşanmalıdır. Bunu gerçekleştirmek için de empati kurulmak
istenilen kişinin rolüne girilmeli, onun yerine geçerek adeta olaylara
onun gözlüklerinin gerisinden bakılmalıdır. Bu şekilde empati
kurulduğunda, o kişinin rolünde kısa bir süre kalınmalı ve daha sonra
bu rolden çıkarak kendi yerine geçilebilinmelidir. Aksi takdirde empati
kurmuş sayılmazsınız.

İkinci olarak, karşınızdaki kişinin duygu ve düşüncelerinin doğru
olarak anlaşılması gereklidir. Karşınızdaki kişinin yalnızca
duygularını ya da yalnızca düşüncelerini anlamış olmak yeterli değildir.

Üçüncü olarak ise empati kuran kişinin zihninde oluşan empatik
anlayışın, karşıdaki kişiye iletilmesi gereklidir. Karşınızdaki kişinin
duygu ve düşünceleri tam olarak anlaşılsa bile, eğer anladığınızı ona
ifade edemezseniz empati kurma sürecini tamamlamış sayılmazsınız. Bu
ifade şekli beden dili kullanılarak bir gülümseme, bir dudak bükme ve
sırtına dokunma gibi eylemle olabileceği gibi, açıkça anladığınızı
aktaran sözlerle de gerçekleştirilebilir.

Günümüzde, “Empati” ile “Sempati” arasında kavram kargaşası
yaşanmaktadır. Empati kurduğunuzda karşınızdaki kişinin duygu ve
düşüncelerini anlamak esastır. Sempatide ise böyle bir zorunluluk
olamayıp yandaş olmak esastır. Bir kişiye sempati duymak demek o
kişinin sahip olduğu duygu ve düşüncelerin aynısına sahip olmak
demektir. Karşınızdaki kişiye sempati duyduğunuzda, onunla birlikte acı
çeker onunla birlikte sevinirsiniz.

Empati kurduğunuzda karşınızdaki kişi ile aynı duygu ve görüşleri
paylaşmanız gerekmez, sadece onun duygularını ve düşünceleri anlamaya
çalışılır. Empati’de anlamak, sempati’de ise anlamış olun veya olmayın
karşınızdakine hak vermek söz konusudur.

Empati geliştirmenin en temel ilkesi kendi duygularınızın doğru
algılanması lazımdır. Ne hissettiğinizi tam olarak algılayabildiğinizde
ve duygularınızla başa çıkmayı öğrendiğinizde başkalarının duygularını
algılayabilmemiz mümkün olacaktır.

Bir ***s maçında, tuttuğunuz ***sörün attığı yumruklar karşısında
sevinir, yediği yumruklar karşısında ise üzülürüz. Bu her iki durumda
da ***söre sempati duymuş oluruz. Bunun yanında, maça başlamadan önce
***sörün neler hissettiğini hissedebilirseniz bu takdirde empati kurmuş
olursunuz.



SERİ SERSERİ



Mavi Ağladığında..

*Bir yokluk zamanıydı...insanlar işlerine gider,aşıklar parklarda
gezinir ,çocuklar top peşinde koşturur,yanlızlar köşelerineağıtlarsa
yüreklere çekilirdi...Bir yokluk zamanıydı...onu görürdümbelli belirsiz
aynalarınyüzüme yansıyan zamanlarında...Gözlerinde iki mavi damlacık
yüreğime akardı...Mavi ağlardı....Mavi ağlarben yürek sıkıntılarıma
çare arardım...Mavi ağlar,benduygu depremlerimden arta kalanlara
sarılırdım...Yastaydımsiyahtı her yanım...Herkesin bildiği
yerlerdeherkesin bildiği şeyler yapılırken dolardımavinin gözlerisiyah
bir hüzünle...Martıların denize dokunup kaçtığı yerlerdeyakardı
ışıklarını...yaktığı ışıklarla ışıl ışıl olurdumavinin gözleri,yüzünde
mavi bir tebessümve dudaklarında umut mavisi kelimeler...Ben maviliğine
,maviliği ışıklarıyla aydınlattığı denize karışırdı...Denizsebildik
hüzünleri savururdu dalgalarıylamavi bir iklimde...Bir yokluk
zamanıydı...Ben yok olurdum,mavi ışığını kapatır...İnsanlar işlerinden
evlerine döner,aşıklar parklarındaneski yalnızlıklarına
karışır,yalnızlar durdukları köşeden sıkılırdaha yalnız köşeler
ararlardı kendilerine...Siyah duvarlarımdan siyah hüzünler akardı
....gölgem saklandığı yerden çıkardı...Mavi konuştukça susardı...mavi
sustukça katardı maviliğini hüzünlerime...Kattıkça umut beyazına
dönerdi hüzünlerimanlık siyahlığından...Umut edemezken yarım kalmış
şarkıların tamamlanmasını,Mavi, notalar yazardı siyah çizgilerin
üzerine...Mavi ağlardıve ben mavi gözyaşları biriktirirdim
yüreğimde...Mavi ağladığında vazgeçerdimgünlük
intiharlarımdan...Yaşamın karmaşasına döner,parklarda gezen yalnız
aşıklara laf atar,işlerine koşuşturan insanların ayaklarınayaşamsal
çelmeler takar,çocukların oyunlarına karışır,yalnızları çekildikleri
köşelerde rahatsız ederdim...Buna rağmen mavi durmaztüm sessizliğiyle
ağlardı...Mavi gözyaşları çoğalırdı yüreğimde...Mavi bir ölüm olurdu
yaşam,mavi yapraklar dökülürdü zamansız dallarından...Bir yokluk
zamanıydı...Siyahlığımın arasından geçipbilmediğim bir yere doğru
giderkengörmüşlerdi onu,güneşin bile gözünü açmadığı bir
zamanda...Giderken de ağlamıştı mavi,Mavi gözyaşlarına yenilerini
katmıştı...Yüreğimin kaldırımlarındaMavi ayak izlerini bırakmıştı...*



karakurt


Toprağın Sırları


“BİR GRAM toprak içerisinde milyonlarca mikrobik canlı yaşamaktadır. Bu
canlılar olmasa idi, organik maddeler ayrışamayacaklarından, dünyanın
yüzeyi ölü artıklar ile dolacak ve yaşanamaz bir hâl alacaktı.”


Toprağı, sadece ufalanmış, öğütülmüş küçücük taş parçacıkları olarak
düşünemeyiz. Başka bir ifadeyle iki üç taş parçasını alıp havanda
dövsek de un hâline getirsek ‘toprak’ elde edemeyiz. Toprak bambaşka
bir şey... Baksanıza, bir gram toprakta milyonlarca canlı kaynıyor.
Çakıl taşını istediğiniz kadar ufalayın; hiç bir zaman canlı,
bereketli, üretken toprağı elde edemezsiniz.

O halde toprak, üniversitelerde okutulan tarifi ile bir ‘varlık’tır.
Her çeşit bitki ve hayvanları besleyebilen ve içinde su ve hava da
dahil organik, inorganik binlerce çeşit kimyevî madde barındıran bir
örtüdür. Örnek olarak bakterileri ele alalım.

Bakteriler tek hücreli canlılar olup, hayatın en küçük ve en basit
üyeleridir. Bir grup topraktaki bakteri sayısı yüz milyona erişmekte
olup, bir dekar arazi içinde 50 kg’a kadar ağırlığa sahip olabilirler.
Milyonlarca canlı bakterinin toprak içinde elbette ki sayısız
vazifeleri vardır. Toprağı beslemek, toprak maddesini bir kimya
fabrikasındaki gibi işleyerek bitkilerin kökleri için ‘yem’ hazırlamak,
nihayet her çeşit ölü artıkları ayrıştırarak yine toprağa kazandırmak,
toprağın ‘canlılık’ vasıflarını korumak, tek hücrelilerin işidir.
Toprakta protein ve azotlu bileşikleri ayrıştırarak amonyak yaparlar.
Kükürt oksitleyiciler, demir oksitleyiciler, hidrojen bileşiklerine
tesir ederler, küf mantarları, şapkalı mantarlar, bu tür bakteriler
arasında sayılabilir. Latince isimlerini de sayarsak aktinomesitler ve
algler gibi bitki menşeli bakteriler de toprak ana maddesini teşkil
ederler.

Ya küçücük hayvanî canlılar? Nematodlar, protozonlar, rotiferler...
Bütün bu mikroskobik canlıların da ayrı ayrı vazifeleri ve hizmetleri
var. Bunlardan rotiferlerin 50 kadar cinsi tespit edilmiştir.

Toprakta başka canlılar yok mu? Hepsini mutlaka mikroskopta mı
göreceğiz? Elbette ki hayır. İşte gözle görülenleri: Böcekler, böcek
yiyenler, bin ayaklılar, tesbih böcekleri, toprakpireleri,
yumuşakçalar, kırkayalar, örümcekler, solucanlar...
Hepsini bir an için unutup yalnız solucanları ele alalım. Solucanların
ölü organik artıklarla beslendiğini biliyoruz. Organik maddelerle
birlikte mineral toprak tanelerini de yiyen solucanların sindirim
sistemlerinden tekrar toprağa geçen dışkı maddesi son derecede faydalı
bir gübre teşkil ediyor. Solucanlar üzerinde yapılan bir araştırmanın
neticeleri:

Solucanların dışkı maddesindeki faydalı maddeler, toprak yüzeyindeki
faydalı maddelere nispetle çok zengindir. Meselâ solucanlar faydalı
fosfor maddesini toprak üstündeki fosfora nispetle %40 oranında daha
fazla üretebiliyorlar. Bu oran nitrojen için %38, karbon için %50’dir.
Bu hayvanlar hiç doymak bilmeden devamlı olarak toprak yerler,
vücutlarında bu toprağı ayrıştırırlar ve dışkı maddesi olarak yine
toprağı beslerler. İdeal bir gübre cinsi üreten solucanlar üzerinde
Trakya’da kahverengi orman topraklarında yapılan bir araştırmada
(Prof.Dr.İlhan Akalan) bir dekar arazide tam 26.000 solucan tespit
edilmiş ve ilkbahar mevsiminde bu solucanların 176 kg’lık dışkı
bıraktıkları görülmüştür.

Solucanlar yalnız gübre üretmekle kalmıyor, toprakta açtıkları
****klerle toprak drenajına ve havalanmasına da yardımcı oluyorlar.


Toprağın ‘cansız’ maddesi üzerinde de biraz duralım:

Toprakta her çeşit madde vardır. Demirden kurşuna, bakırdan alüminyuma
kadar elementler, kömür, petrol gibi madenler, çeşitli mineraller,
özetle yeryüzünde hangi madde varsa hepsi topraktan çıkmıştır demek
yanlış olmayacaktır.
Bunlardan sadece mineralleri ele alsak, uzun bir tablo elde ederiz. Mineral gruplarının temel türlerini şöyle sıralayalım:

Amfiboller, piroksenler, mikolar, feldspatlar, silisyum dioksitler,
demir oksitler, alüminyum oksitler, manganez oksitler, titan oksitler,
karbonatlar, fosfatlar...
Yalnız bir konuya dikkat çekmek gerekirse bütün canlıların kimyevî
maddesinin aynen toprakta mevcut olduğunu belirtmeliyiz. Hatta
isterseniz insan vücudunu ele alalım.

İnsan vücudu et, kemik, sinir vs.den meydana gelir. Ve bütün bunların
en küçük parçası da, bilindiği gibi, hücredir. Hücre, canlı
organizmanın en küçük parçasıdır. Ancak hücre de kimyevî olarak
atomlardan meydana gelmektedir. O halde hücre içindeki bir demir atomu
ile, topraktaki demir atomu arasında hiçbir fark yoktur. İnsan
vücudunun dörtte üçü sudur. Suyun kimyevî özelliği hücre içinde ne ise,
yağmur suyundaki de odur. Topraktaki su da aynı sudur. Madde belki
şekil değiştirir; katı olur, sıvı olur, buhar olur, ama atom dediğimiz
ana ve asıl olan unsur aynıdır, değişmez. Toprakta ne varsa, bütün
canlılarda aynı şeyler vardır. O halde canlı madde ile cansız maddenin
özü aynıdır. Kemiklerimizdeki karbon, kanımızdaki su, beynimizdeki
fosfor maddesi aynen toprakta da mevcuttur. Hani ne demişler:


“Topraktan geldik, toprağa gideceğiz.”

Ne kadar manâlı bir söz...

Bedenimizin topraktan geldiğine şüphe yoktur ve bir gün toprağa gideceğinden de...
Yaşayan bütün bitki ve hayvan türleri, öldüklerinde toprağa karışırlar ve onun bir parçası olarak dengede rol alırlar.



18 Mart!

Savaşlarla, savaşta oluşturduğumuz ruhla, inançla, imanla savaşın
yarattığı liderlerle övünürüz. Övünmekte de haklıyız. Millet olarak
savaşla bütünleşmeyi beceren nadir milletlerden biriyiz. O
bütünleşmedir ki bizi zafere taşır. Çanakkale zaferimiz de bu
bütünleşmenin; hafızamızdaki en taze biçimiyle en önemli ‘diriliş’
örneğidir. Yıllarca her yazar-çizer Çanakkale üzerine en görkemli
yazılarını kaleme almış, duygularını, hissiyatını sözcüklerde ağlatmış,
milli birliğimizi, iman gücümüzü bu savaş sahnesinden esinlenerek
kutsallaştırmıştır. Zamanla gerçek tarihin yerini; hurafeler,
abartılmış hikâyeler, uydurulmuş kahramanlar vasıtasıyla efsane tarzı
zafer, yüreklerde hâkim kılınmıştır. Hâlbuki Çanakkale Zaferi; askeri
stratejik dehanın ve bu dehaya layık neferlerin eseridir. Bu zaferdir
ki Türk milletinin kendine güvenini pekiştirmiş, üzerine örtülen ölü
toprağından silkinip, dirilişe geçmesini, yaratılan haçlı taassubundan;
uyanarak kurtulmasını sağlamıştır.
Önce ki yazarlardan ve yazdıklarından çok farklı bir 18 Mart’ı
beyinlere çizmek istiyorum. Savaşın ruhunu (toplumsal) aşılamaya
çalışmamız bu günün global dünyasında yapılacak en büyük gaflet,
gaflette sürekli ikameye inat ise ihanettir. Barış günlerindeki asıl
savaşı es geçmiş, emperyalistlerin yarattığı taassubun esaretindeki
benliklere güvenmiş, başına bela etmiştir. Ekonomik, siyasi, askeri
alanlarda tam bağımsızlığı sağlamak; eğitimin bağımsızlığı ve
benliklere doğru mesajların iletilmesiyle başlar…Çanakkale; beyinlere
verilecek bu ileti için en doğru yerdir. Son zamanlarda özellikle
Sarıkamış Şehitleri, Çanakkale Şehitleri; yurt içi turlarla ziyaretçi
akınına uğramakta; Özellikle çocuklar; öğretmenleri ve yöneticileri ile
birlikte Çanakkale şehitlerimizin ruhani mekânlarını ziyaret
edebilmektedirler. İnsanımız ucundan kıyısından da olsa bu mekânların
tarihi büyüklüğünden haberdardır. Fakat yanlış mesajlarla bellekler,
tıpkı yönetenler gibi esir edilmektedir.
Bizler Çanakkale’yi bilgi ve benlik ekseninde hatırlamamız gerekirken;
birlik ve beraberlik ekseninde ölümü ve ölümlüleri oluşturuyoruz. Biz
savaşımızı tamamladık, zaferini duyumsadık. Mesele artık barıştayken
kendinle savaşabilmek, zaferini benliğinle tadabilmektir. Marifet,
zihniyetin tembelliğine savaş açabilmekte ve kendi soğuk savaşını
kazanabilmektedir. Yitirdiklerimizden dersler çıkararak aynı hataları
yapmamalı, Çanakkale’yi; iktisadi ve milli bir ruhu tetikleyici unsur
olarak benliklerimize işleyebilmeliyiz. Asıl soğuk savaşı, psikolojik
harekâtı öğrenmeliyiz.
Millet olarak sıcak savaşta zafer kazanmayı sürekli tadan, soğuk
savaşta sürekli kaybeden bir milletiz. Benlik karmaşasında-dil
karmaşası yüzünden-kaybolmuşuz. Bu yüzdendir ki yapılan psikolojik
harekâtı çözümleyememiş, sıcak savaş kapıyı vurduğunda ucundan
kıyısından algılamış, sonrasında bocalamışızdır. Tıpkı bu gün ve dün
yaşananlarla sabit, yarın yaşanacaklar gibi… Şehitlerimize Allahtan
rahmet, Türk milletine; yönetenlerini doğru seçebilmesi için feraset
diliyorum.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Makale Açıklaması ve Örnekler
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
www.forumyok.forumm.biz :: ÖĞRENCİ ÖZEL :: Dil ve Anlatım :: Ders Notları - Konu Testleri-
Buraya geçin: