www.forumyok.forumm.biz
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Fıkra Örnekleri

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
GeCe YaRıSı
Çaylak
Çaylak
GeCe YaRıSı


Kadın
Mesaj Sayısı : 1200
Yaş : 105
Kayıt tarihi : 29/07/09

Fıkra Örnekleri Empty
MesajKonu: Fıkra Örnekleri   Fıkra Örnekleri Icon_minitimePtsi Ara. 14, 2009 1:02 am

REYY@N

FIKRA ÖRNEĞİ)
Meral Tamer Milliyet Gazetesindeki köşe yazılarında bisiklete destek
vermeye devam ediyor. Coca-Cola'dan her çalışana hediye bisiklet
Londra'da 2 yıldır işine bisikletle giden Umut Esmer'in, şimdi ne
yapacağını bilemediği bir bisikleti daha oldu
Bazen büyük heyecan duyarak yazdığınız bir yazı, okurun ilgisini
çekmeyebilir. Bazı yazılarınız, kamuoyunu kıpırdatmak içindir, halkın
da yüreğinde hissettiği bir konuysa yoğun destek gelir ve amacına
ulaşır. Bazı yazılarınız kamuyu harekete geçirmek içindir; bizi
yönetenler duyarsızsa sonuçsuz kalır. Valilerimizin kel başa şimşir
tarak misali, makam aracı olarak altlarına 300 bin YTL'lik en lüksünden
S350'ler çekmelerinde olduğu gibi...
Ama bu arada bambaşka bir şey oldu. Yurtdışında yaşayan okurlarımın,
işlerine bisikletle gidip gelen valiler, belediye başkanları ve
üniversite rektörleriyle ilgili verdiği örnekleri yayınlayınca benim
köşe, bisikletseverlerin ilgi odağı haline geldi. Meğer ülkemizde
bisiklete binmek isteyip de binemeyen ne kadar çok insan varmış? Önceki
gün Levent'te balık alırken, yanıma gelen bir hanım, elimi avuçlarının
içine alıp gözlerimin içine bakarak "Size çok teşekkür ediyorum" dedi.
Acaba bu kadar candan teşekküre mazhar olabilecek ne yapmış olabilirim?
Neyse sonunda anladım, bisiklet yazılarından dolayıymış.
40 yıldır görüşmediğim dostlardan telefon geliyor: "Aslan Meral,
bisikletlerimizi çatı arasından çıkarıyoruz, lütfen bu işin peşini
bırakma!"
Bisiklet lobisi yok
Hayatında 2 tekerlekli bisikleti olmamış, bisiklete binmesini bile
bilmeyen bendeniz, topografik yapısı uygun kentlere bisiklet yolları
yapılması, AB ülkelerinde olduğu gibi Türk Trafik Yasası'na da
bisikletin ulaşım aracı olarak girmesinin bayraktarlığını yapmaya
başlarsam şaşmayın.
Çünkü bisiklet neredeyse sıfır maliyetle size hem spor yaptırıyor, hem
ulaşım aracı olarak hizmet ediyor, hem sağlığınızı korumanıza yardımcı
oluyor, hem de arkadaşlık ediyor. Aydan Çelik adlı okurumun deyimiyle
"Kimi zaman siz onu taşıyorsunuz, kimi zaman da o sizi..." Ama
bisikletçilerin, otomotivciler gibi bol paraları yok; reklam verme,
lobi yapma imkânları da yok. Öte yandan küresel ısınma ciddi bir
sorunmuş, kimin umurunda?
Şirketlerin dikkatine
Geçen hafta Londra'dayken küresel ısınmanın İngilizlerin ana gündem
maddesi haline geldiğini gözlemiş ve yazmıştım. Coca-Cola'nın Londra
ofisinde çalışan Umut Esmer'den gelen e-posta mesajı, bu görüşümü daha
da pekiştirdi. Kurumsal sosyal sorumlulukta mangalda kül bırakmayan
bizim şirketlerin dikkatine sunuyorum:
"Londra'da 2 senedir yılın yarısından çoğunda işe bisikletle gidiyorum.
Birçok sokakta bisiklet şeridi olduğu gibi, bisiklet özel
haritalarından tutun da, özendirici programlara kadar her imkân var.
Hatta şirketimiz 2 ay önce her çalışana bir bisiklet hediye etti. (Ki
şimdi ne yapacağımı bilemediğim ikinci bisikletim oldu!) Bu arada
şoförler konusunda da ihtisas sahibi oldum! Ortadoğulu (ya da Türk)
şoför, bisikletliyi kesinlikle tanımıyor; ezilmemek tamamen size
kalmış. Doğu Avrupalı öne geçmek için uğraşıyor, ama eğer siz dönemece
önce geldiyseniz yol veriyor. İngiliz ise yol vermeyi bırakın,
yanlışlıkla aynasına çarpanız bile gülümseyip geçiyor."



hilly

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün
Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri
sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki,
bütün sultanlığın haznedârı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif
mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören
saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri
yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve
kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular
içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok
şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek
için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün Sultan’ın huzurunda bir
saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş: “Köle Ayaz’ın sık sık
hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından
adım gibi eminim.” Sultan kulaklarına inanamamış. “İşin aslını kendi
gözlerimle görmeliyim” demiş. Duvara küçük bir ****k yaptırıp, içeride
olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini,
kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük
bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış.
İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın
karşısına geçmiş. Kendi kendine, “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin
zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş. “Bir Hiçtin
sen... Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan’ın eliyle
sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lutfetti. Asla
nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur,
unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara
kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!” Sandığı kapatmış,
kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden
çıkarken birden Sultan’la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz’ın
yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve
boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş. “Bugüne kadar
mücevherlerimin hazinedârıydın, ama şimdi... kalbimin hazinedârısın.
Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl
davranmam gerektiği dersini verdin.”



nirvana79

Dil öğretiminde ve eğitiminde yeni gelişmeler, yeni yaklaşımlar
gözleniyor. Bu alanlarda yeniden bilgilenmemiz gerekiyor. Türkçenin
doğru yazılıp, konuşulması Türkçe eğitiminin bilimsel yöntemlerle
yapılmasına bağlıdır. Bunun için var olan Türkçe eğitimi programları,
çağdaş program anlayışına göre geliştirilmelidir. 1981’de yürürlüğe
giren Türkçe Eğitimi Programı öncekilere göre daha yetkin ve gelişmiş
bir programdır. Ancak bu programın tam anlamıyla uygulandığı
söylenemez. Türkçe eğitiminde geleneksel anlayış ve yöntemlerden tam
kurtulmuş değiliz. Birçoğumuz yıllar önce Türkçe öğretmenlerimizden
gördüğümüz yöntemleri uyguluyoruz bugün. Oysa Türkçe Eğitimi Programı,
AÇIKLAMALAR, DE¼ERLENDİRME, ARAÇLAR, KAYNAKLAR bölümleriyle, sıralanmış
olan DAVRANIŞLARLA, bize yeni yaklaşımlar sunuyor. Bu yaklaşımların
çoğunu özümseyip, bir türlü uygulama alanına koyamıyoruz. Türkçe
dersinin bilgi dersi değil, beceri ve anlatım dersi olduğundan yola
çıkarak, programda yazılı olan, “okuma, anlama, dinleme, anlatım, dil
bilgisi ve yazı” etkinliklerinin tümü yapılmalıdır. Böylece
öğrencilerin, bu alanda kalıcı davranışlar ve alışkanlıklar edinmeleri
sağlanacaktır. Alışılmış ve kalıplaşmış ezber yöntemleriyle, sınav
bilgilerine yoğunlaşmayla, Türkçe öğretiminde başarılı olmamız olası
değildir. Özellikle yazı dersini önemsiz gören, öğrencilerine şiir
defteri bile tutturmayan, gereksiz, uzun uzun her metni incelemeye
kalkan, sonra da zaman azlığından şikâyet eden arkadaşlarımızın,
geleneksel yöntemleri bırakması gerekiyor. Eğitimin bütün alanlarında
olduğu gibi, Türkçe eğitiminin geliştirilmesinde de programdan
uygulamaya kadar öğretmenlerin görüşleri alınmalıdır. TÜRKÇE E¼İTİMİ
ÜZERİNE ÖNERİLER • Türkçe dersinin bir bilgi dersi değil, beceri ve
alışkanlık dersi, anlatım dersi olduğu gözden uzak tutulmamalı, bütün
etkinlikler okuma, dinleme, anlama, anlatma, yazma becerilerinin ve
alışkanlıklarının geliştirilmesine yönlendirilmelidir. Bunun için
“Türkçe öğretimi” yerine “Türkçe eğitimi” kavramını kullanıyoruz. Dilin
kullanımında olumlu bir davranış değişikliği ve dönüşüm amaçlanıyor.
Çünkü dil eğitiminde ezber bilginin hiçbir değeri yoktur. • Metin
incelemede, “Metin Basamakları”nın tümünü kullanmak gereksizdir. O
günkü konuya uygun yanının incelenmesi yeterlidir. Böylece ders
saatlerinin azlığı şikâyeti de ortadan kalkar. • Dil bilgisi ve
kompozisyon için ayrı ders saati ayırma alışkanlıklarından
kurtulmalıyız. Dil bilgisi konuları metin işlenirken sarmal bir şekilde
verilmeli, kompozisyon (anlatım) konuları da metinden hareketle
tartışılıp, yazdırılmalıdır. • Yazılı anlatım çalışmalarının
değerlendirilmesinde, çalışmanın hangi yönüne (şekil, dil ve anlatım,
yazım ve noktalama, buluş-yaratıcılık vb.) ne kadar puan verileceği
konularında, ülke düzeyinde bir ortaklık yoktur. Bu yüzden çok öznel
değerlendir melerle, aynı yazıya farklı puanlar verildiği
görülmektedir. Müfredat programının değerlendirme bölümünde puanlamanın
ayrıntıları olmalıdır. • Okuma ve dinleme, konuşma becerisinin
gelişmesi, çocuğun yaşamının her evresindeki çalışmalarla olasıdır.
Bunun için “her öğretmenin, bir Türkçe öğretmeni olma” ilkesi yaşama
geçirilmeli, dille ilgili temel beceriler okullarda yalnız Türkçe
öğretmenlerine bırakılmamalıdır. Bu durum okul kurullarında dile
getirilmelidir. • Her öğretmen odasında bir “Türkçe Öğretmenleri
Kitaplığı”na gereksinim var. Ortaklaşa oluşturulan bu kitaplık derslere
daha çok örnekle ve kaynakla girmemizi sağlayacaktır. Diğer öğretmen
arkadaşların da yararlanmasına açık olmalıdır bu kitaplık. • Türkçe
dersinde kazanılan beceriler, eğitsel kol etkinliklerine, yarışmalara,
tören ve bayramlara, sergilere, müsamerelere kaynaklık etmelidir.
Üretilenler okul yaşamının değişik alanlarında kullanılmalıdır. •
Öğrencilere kitap ve edebiyat sevgisi, şiirden yola çıkarak
aşılanabilir. Bu amaçla, müfredat programının anlatım bölümüne, 6., 7.,
8. sınıflar için “seçme şiirler defteri tutma zevk ve alışkanlığı
kazanmak” konu olarak konulmasına karşın, bu durum uygulamada
görülmemektedir. Her Türkçe öğretmeni müfredat programı gereği,
öğrencilerine seçme şiirler defteri tutturmalıdır. • Yazı
çalışmalarımıza, müfredat programındaki konuların tümünü uygulayarak,
gereken önemi vermeliyiz. • Öğrencilerimizi daha iyi tanıyıp,
eksikliklerini belirlemek amacıyla, okuma, anlatım, “belirtke
tabloları” düzenleyebiliriz. Böylece gelişim aşamaları ortaya çıkar. •
Öğrencileri, birbirlerinin kitaplıklarından yararlanmaya, evde kitaplık
kurmaya, sınıf kitaplığını zenginleştirmek için katkıda bulunmaya
özendirmeliyiz. Çok okuyan öğrencilerimizin okuma, yazma ve konuşma
yönünden hızla gelişmesi buna bağlıdır. Kitap okumayı ödüllendirmeyi de
bilmeliyiz. • Öğrencilerimizden düzeylerini dikkate alarak, bireysel
farklılıklara özen göstererek, kendi beceri ve yetenekleri oranında
gelişmelerine yardımcı olmalıyız. • Ders kitaplarındaki sıradan,
düzeysiz metinleri yıllık plânlara almamalıyız. Seçkin, düzeyli,
okurken zevk veren şair ve yazarlarımızın yapıtlarına yer vermeliyiz.
Türkçe yazma oranı yüksek, özgün anlatımlı olanları seçmeliyiz. • Ders
kitabı bağımlılığını kenara itmeliyiz. Ders kitaplarındaki sorular,
açıklamalar bizim temel noktamız olamaz. Kendimize ait sorularımız,
anlatımlarımız, örneklerimiz olmalıdır. • Sınıfta “demokratik eğitim”
ilkesi en çok Türkçe dersinde hayata geçirilebilir. Konuşma, katılma,
eleştirme, araştırma, öz güvenle anlatma, hoşgörülü olma, eleştirel
dinleme alışkanlığı ancak, özgür fakat plânlı yönlendirilen bir Türkçe
dersinde sağlanabilir. • Türkçe dersi zümre toplantılarının gündemi,
ders dışı etkinlikleri de kapsayacak şekilde geniş tutulmalıdır. Zümre
toplantılarının, il ve ilçe düzeyinde yapılması, Türkçe ve Türk Dili ve
Edebiyatı öğretmenlerinin deneyimlerini paylaşmaları açısından
önemlidir. • Öğrencilere not alma, not tutma, özetleme, kitap tanıtma
gibi temel araştırma ve bilgi edinme konularında özellikle “Güzel
Konuşma ve Yazma” derslerinde uygulamalı eğitim yapılmalıdır. Kaynak
araştırma, kaynak kullanma, yazılı metinler sonuna kaynak listeleme
alışkanlığı, küçük sınıflardan başlayarak verilmelidir. Kaynak yazıları
aynen kopya etme, kalıplaşmış cümleler kullanma alışkanlıkları
kırılmalı, öğrenciler özgün yazmaya ve konuşmaya özendirilmelidir.
Türkçe dersinde işlenen konular, Güzel Konuşma-Yazma programından
çıkarılmalıdır. Çünkü tekrar aynı konuları işleme, öğretmen ve
öğrenciye sıkıcı gelmektedir. Yukarıda önerilen konularda eksiklerimiz
olduğu bir gerçektir. Bu eksikleri gidererek, Türkçemizin gereği gibi
okunup, yazılmasını, kavranmasını, konuşulmasını sağlayabiliriz. Akın
AKKAYA Pelit Halit Selçuk İlköğretim Okulu Türkçe Öğretmeni Burhaniye /
BALIKESİR


kemalediz

Kene ve Orman

YANAN her ağaç, iyi bir "ormancı" yani orman mühendisleri başta olmak
üzere o idareye bağlı insanlar için bir evlat kaybetmek gibidir.

İyi olmayan ormancı zaten ağaç düşmanı aşağılık bir mahluktur.

Son orman yangınları "iyi" ormancılarla "kötü"lerini ayırdı.

İyiler -gelen haberlere göre- Manavgat-Serik ormanları alev alev kavrulurken canları pahasına mücadele verdiler.

Kötüler, -yine haberlere göre- yanı başlarındaki köyler yangın tehdidi altındayken karpuz yiyip keyiflerine baktılar.

Sonuç olarak en az 4 bin 500 hektar büyüklüğünde yeşilimiz 6 gün içinde kül olup gitti.

Şimdi yetkililerin değerlendirmelerini okuyoruz:

Orman ve Çevre Bakanı'nın yangın söndürme amacıyla 300 milyon dolar
yatırım yaparak her biri yaklaşık 30 milyon dolar değerinde 8-10 uçaklı
bir filo kuracaklarını açıkladığı bildiriliyor.

Orman Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Kurtulmuşlu ise yangının bölgeye
atom bombası atılmış gibi zarar verdiğini, ekosistemi bozduğunu
belirtmiş.

Ancak Kurtulmuşlu orada kalmamış. Yangının, bitki örtüsünün kaybına neden olduğunu, orman yolları ve köprüler gibi altyapıya zarar verdiğini ve bölgenin ağaçlandırılması için çok ciddi ekonomik kayıp olduğunu belirttikten sonra;

"Yangının bir tek iyi tarafı, bu ormanlarda kene kalmadı. 1940 ve
1950'li yıllarda bölgede çıkan bazı büyük yangınların kenelerden
kurtulmak isteyen köylüler tarafından çıkarıldığı anlaşılıyor" demiş.

İnsanın aklına Osmanlı döneminin "Ah şu mektepler olmasa Maarif Nazırlığı kolay yapılırdı" diyen sözde devlet adamı geliyor.

İsterseniz o Maarif Nazırı'ndan çok, meşhur Karadeniz fıkrasındakine benzetin:

Hani, bir türlü yakalayamadığı sinek bir yakınının alnına konunca çekip
tabancayla sineğe nişan alan ve hem sineği hem de yakınını öldüren
Karadenizlinin, "Bir senden bir benden" diyerek ödeşmesi hikáyesi var
ya ona...

Sayın Genel Müdür Yardımcısı'nın atladığı bir nokta daha var:

Nasıl AIDS hastalığı 1980'den önce bilinmiyor idiyse "kene"nin sebep
olduğu "Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi" denen hastalık da en azından
Türkiye'de 2002 yılından önce bilinmiyordu. İlk olarak 1944-45
yıllarında Kırım'da karşılaşılmış, daha sonra 1960'lı yıllarda Kongo'da
görülmüştü.

O nedenle Türkiye'de büyük orman yangınlarının yaşandığı 1944-45
yıllarında halkımızın "kene öldürmek" amacıyla orman yaktığını söylemek
doğrusu hayli yersiz görünmektedir.

Tamam kırsal alandaki halkımız hem o yıllarda hem de özellikle 1950'li
yıllarda bilerek hayli orman yakmıştır. Ama onların nedeni "Bize oy
verir de partimizi iktidara getirirseniz, ormandan açacağınız alanı
devlet size tarla olarak bırakacak" diyerek oy isteyen alçak siyaset
adamlarıdır.

Zaten 1961 Anayasası'nın 131'inci maddesine "Orman suçları için genel
af çıkarılamaz; ormanların tahribine yol açacak hiçbir siyasi
propaganda yapılamaz" diye hüküm konulmasının nedeni de budur.

(Oktay Ekşi, Hürriyet, 6 Ağustos 2008)



----------------------------------------------------------

Yanan Biziz
TÜRKİYE'nin ciğerini bu defa Antalya'da dağladılar.
Gazetelerde yayınlanan rakamlara göre 31 Temmuz günü çıkan orman
yangınında binlerce hektarlık alandaki ağaçlar kül oldu. Sadece ağaçlar
değil, böceğiyle, bitkisiyle, karıncasından tavşanına kadar orada
doğmuş tüm hayatlar söndü.

Sebebini henüz bilmiyoruz.

Bir yıldırım düşmesi de olabilir, bir alçağın sabotajı da... İki ayaklı
bir hayvanın attığı izmarit de buna yol açabilir, kırılmış bir şişe
dibinin mercek görevi yaparak ateşlediği kuru otlar da...

İster o ister öteki... Sonuçta -bizim Ekonomi servisindeki arkadaşların
hesabına göre- en az 1 milyar YTL değerinde maddi zarara uğradık.
Sayıca 10 milyon ağacımız kül oldu. Bunların 2 milyon 500 bin kadarı,
her biri ortalama 400 YTL değerindeki Kızılçam idi.

Zararın maddi bölümü öyle veya böyle telafi edilebilir. Asıl, o yöredeki "hayat" bitti.

Taa ki tabiat kendini yenileyip de böcekleriyle, kelebekleriyle, yılanıyla, kuşuyla, otuyla, bitiyle avdet edene kadar...

Bizim anlayamadığımız bir şey var:

Özellikle Akdeniz ve Ege bölgesindeki ormanlarımızın her yılın yaz
aylarında büyük bir yangın tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bilinir.

Sadece maddi açıdan bakacak olsak, bu yangınlar yüzünden her yıl en az
1 milyar ABD doları tutarında zarara uğradığımız da bellidir.

O halde bu zararı asgari düzeye indirmek için gerekli yatırımı neden yapmayız?

Veya bugüne kadar yaptığımız yatırımların yetersiz olduğu ortada
olduğuna göre neden ek yatırım ve önlemlerle soruna etkili bir çare
bulmayız?

Öyle ya... Dört yılda kabaca 5 milyar dolar zarar edeceksek, bu işe 500 milyon dolar yatırmak akıllıca olmaz mı?

Neler yapılabilir?

Öncelikle "yangın ihbar sistemi"ni olabilecek en etkili noktaya
çıkarmak gerekir. Özellikle cep telefonunun bu kadar yaygın olduğu
Türkiye'de orman yangını nerede çıkarsa çıksın ilk 5 yahut 10 dakika
içinde 177 No'lu yangın ihbar merkezine bilgi gelmesinden kolay bir şey
olmamak gerek.

Acaba Orman İdaresi bu numarayı herkesin hafızasına yerleştirecek kadar tanıtmadı mı?

Sadece numarayı ezberletmek hiçbir şey çözmez. Asıl önemlisi halka,
yangın çıkaran yanlışları yapmamayı öğretmektir. Bu okulda, evde,
TV'de, her yerde, her an karşımıza çıkan yoğun ve sürekli propaganda
kampanyasıyla alınabilecek bir sonuçtur. Yılda birkaç kez yapılan
uyarıyla değil.

Üçüncüsü, Orman İdaresi'nin, orman yangınlarını söndürecek personeli sayıca ve eğitim yönünden yeterli mi?

Yetkililerin "yeterli" demesi yetmez. Bunlar o konuda gelişmiş
ülkelerdeki personelin eğitim düzeyine çıkarılmadıkça amaca ulaşılmış
sayılmaz.

Yangına duyarlı bölgelerdeki sivil halktan iyi eğitim verilmiş
"gönüllü" birlikleri kurulmadıkça ve onlar zaman zaman tatbikat yapılıp
gereğinde devreye sokulmadıkça yine yetmez.

Geriye teknolojiyi devreye sokmak, onun altyapısını hazırlamak kalır.

Tabii sorumlulara zahmet olmazsa!

(Oktay Ekşi, Hürriyet, 5 Ağustos 2008)



----------------------------------------

Beyaz Melek

Sorumluluk
Sorumluluk almaya gayret etmeliyiz. Eğer çözümün bir parçası değilsek
problemin içinde oluruz. Sorumluluklarımızı bilirsek sıkıntılarımızdan
da kurtuluruz. Hayatımızla ilgili sorumluluğu dış dünya ve olaylara
bırakırsak, her zaman çalışma ve başarımızı engelleyecek bir sebebimiz
olacaktır. Örneğin, bir gün canımız sıkıldığı için; bir gün duymayı
istemediğimiz bir söz yüzünden; bir gün arkadaşlar bir yere gitmeyi
önerdiği için; bir gün tartışma yaşadığımız için.......

Sorumluluğun bütünüyle kendimize ait olduğunu kabul edersek, hedefimize
doğru bir adım daha atmanın mutluluğunu yaşarız..Öyleyse sorumluluğun
kime ait olduğu sorusunu cevaplayalım; cevap kendimiz ise, "hiç
durmayalım, hemen başlayalım" Dünyada hepimiz için bir şey var.
Yapılacak büyük işler ve küçük işler var. Yapacağımız iş, bize en yakın
olan iştir. Kazanmak yahut kaybetmek ölçü ile değildir.
Sorumluluğumuzda "kendimiz her neysek en iyisi olmalıyız"

Vaktiyle her türlü maddi imkana sahip olmasına rağmen, can
sıkıntısından, hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakınan bir prens
vardı. Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken o odasına
kapanır, sürekli düşünürdü. Oğlunun bu haline hükümdar babası çok
üzülüyordu. Bir gün hükümdar ülkesinin en bilge kişisini sarayına
çağırtıp ona oğlunun durumunu anlattı ve buna bir çözüm bulmasını
istedi. Bunun için bilgeye bir hafta süre verdi. Bir hafta içinde bir
çözüm bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı.

Yaşlı bilge üçbeş gün düşünüp taşındı; aklına hiçbir çözüm gelmedi. Bu
nedenle canını olsun kurtarmak için ülkeyi terk etmeye karar verdi.
Üzgün ve dalgın bir şekilde ülkeyi terk ederken, bir köyün yakınında
koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla sohbet etti.
Bundan cesaret alan küçük çoban yaşlı bilgeye "Amca şu hayvanlara biraz
göz kulak oluver de, ben de şu görünen köyden azık alıp geleyim, bugün
azık almayı unutmuşum da", dedi. Bilge de zevkle kabul etti.

Bilge, kafası, karşılaştığı olaylarla meşgul bir halde hayvanlara göz
kulak olurken, bir koyun yavrusu kenarında oynamakta olduğu uçurumdan
aşağı yuvarlanıverdi. Aşağı inip onu çobana verdiği sözü doğru dürüst
tutabilmek için kuzuyu kendisi kurtarmaya karar verdi. Bu amaçla
uçurumun dibine indi. Önce kuzuyu sırtına bağladı, sonra tırmanmaya
başladı. Birkaç tırmanma başarısızlıkla sonuçlandı. Ama Bilge yılmadı.
Uğraştı, didindi, zorlandı; ama sonunda kuzuyu yukarı çıkarmayı başardı.

Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek, bunun için de kuzuyu uçurumdan
çıkarmak bir süre kafasını öyle meşgul etti ki, kendini bu işe o kadar
verdi ki, başından geçmekte olan olayı, canını kurtarabilmek için
ülkeyi ter etmekte oluşunu unuttu.

Fakat bu durum onun kafasında bir şimşek çakmasına neden oldu ve şöyle
düşündü: "Bir kimse ciddi olarak bir işle meşgul olur, bir girişimde
bulunur bunu başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam olarak
kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı, olayları takmak diye bir şey söz
konusu olamaz" Bu gerçek, dolayısıyla hükümdarın oğlu için de
geçerlidir. Bilge artık kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döndü ve
hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sundu:

"Hükümdarım, eğer oğlunuzun can sıkıntısından kurtulmasını hayata
bağlanmasını istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zamanını
kaplayıcı bir meşguliyet verin. Can sıkıntısının, yaşamaktan şikayet
etmenin ana sebebi başıboşluktur. Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne
derece ciddi, sonucu ne derece ağır olursa, kendini o derece can
sıkıntısından kurtaracak, yaşama mücadelesi ve azmi o derece
artacaktır.".....
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Fıkra Örnekleri
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
www.forumyok.forumm.biz :: ÖĞRENCİ ÖZEL :: Dil ve Anlatım :: Ders Notları - Konu Testleri-
Buraya geçin: