www.forumyok.forumm.biz
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Röportaj Konu Anlatımı ve Örnekler

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
GeCe YaRıSı
Çaylak
Çaylak
GeCe YaRıSı


Kadın
Mesaj Sayısı : 1200
Yaş : 105
Kayıt tarihi : 29/07/09

Röportaj Konu Anlatımı ve Örnekler Empty
MesajKonu: Röportaj Konu Anlatımı ve Örnekler   Röportaj Konu Anlatımı ve Örnekler Icon_minitimePtsi Ara. 14, 2009 1:01 am

(uur_ugur)
Gazetecilerin bir yeri, bir kurumu ziyaret ederek, o yerin
özelliklerini, orada gördüklerini kişisel düşünceleriyle bir*leştirip
fotoğraflarla belgeleyerek kaleme aldıkları yazı türüdür.

Röportaj, öğretici bir yazı türüdür. Bir olay, bir durum yerinde gezip
görülerek, olayla ya da durumla ilgili değişik kişilerle konuşularak,
soruşturularak yazılır. Röportaj, hem gezi yazılarının hem makalenin
özelliklerini taşır. Maka*le gibi dayandığı sağlam bir düşüncesi, bir
tezi vardır.

Yazar; sorunu yerinde inceleyerek, gezip görerek, halkla, mağdurla
(haksızlığa uğrayan) ve yetkili kişilerle konu*şarak fotoğraf, belge,
istatistik bilgiler gibi verilerle destekleyerek okuyucunun bilgisine
sunar. En çok kamuoyu toplayan gazete yazısıdır.

Çok yönlü anlatım olanakları vardır. Bu yönüyle diğer düşünce yazılarından zengindir. Uzunluğu çoğu zaman ma*kaleden fazladır.

Röportajlar, sunuş biçimi bakımından gruplandırılabilir. Her şeyi,
röportajı yazanın gözünden "ben" ekseni etrafında anlatan
röportajlarla; anlatılan konuyu en dikkat çekici yönünden başlayarak
sunan röportaj birbirinden farklıdır.

Konuları bakımından röportaj türleri şu şekilde gruplandırılır:

Bir bölgeyi konu alan röportajlar
Bir veya birkaç kişiyi konu alan röportajlar
Bir eşyayı konu alan röportajlar







Bir yeri veya bölgeyi konu alan röportajlarda, orada sürdürülen hayatın
her yönüyle bilinmesi; alışılmıştan farklı yönlerin fotoğraf, film ve
ses kayıtlarıyla belgelenmesi gerekir.

Eşyayı konu alan röportajlarda da haber konusu olan eşyanın her yönüyle
bilinmesi ve dikkat çekici yönleriyle an*latılması gerekmektedir.

İnsanı konu alan röportajlar, okuyucunun dikkatini çekecek ve onları
düşündürecek biçimde düzenlenir. Röportaj yazarı, röportaja konu olan
kişiyi kendi düşünce ve kanaatleriyle birlikte anlatır.



Özellikleri

XX. yüzyılda gazete ve gazetecilik çevresinde gelişen bir türdür.
Öğretici, açıklayıcı, kanıtlayıcı, betimleyici anlatım gibi anlatım türlerinden yararlanılır.
Yazar, konuyla ilgili resim, fotoğraf, çizim ve grafiklerden yararlanarak eserine görsellik katar ve eserini zengin*leştirir.
Röportaj, bir yaşam gerçeğinden yola çıkar ve olayları nesnel bir tutumla aktarır.
Röportaj, tek bir yazı olabileceği gibi aynı konuyu işleyen bir yazı dizisi biçiminde de olabilir.


Röportajın Diğer Türlerden Farkı

Haber Yazıları ile Röportaj:

Röportaj, gazete haberlerinin daha genişletilmiş ve yazarın kişisel
görüşleriyle zenginleştirilmiş hâlidir. Röportajın da haber yazılarının
da temel niteliği haber olmalarıdır. Ancak röportajın konusu olan
habere, röportajı gerçekleş*tiren kişinin o konu veya yer ile ilgili
düşünce ve görüşleri de ilave edilir. Röportajda önemli olan, birçok
kişinin gör*düğü ve bildiği şeyleri ustaca dile getirmektir.



Gezi Yazısı ile Röportaj:

Röportaj, dil ve anlatım yapısıyla, öyküleme yönüyle gezi yazılarından
ayrılır. Röportajın gerçeği arama, ülke ve in*sanların sorunlarını dile
getirme yönü ve yönelimi vardır. Röportajda yazarın bir hedefi, iletmek
istediği bir mesajı vardır. Gezi yazısında ise yalnızca gezilen
yerlerle ilgili izlenimler dile getirilir.



Biyografi ve Röportaj:

Röportajda kişilerin, okuyucunun dikkatini çekecek ve onları bazı
konularda düşündürecek özellikleri verilir. Yazar tespitleriyle,
düşünce ve kanaatlerini birlikte ifade eder.



Mülakat ve Röportaj:

Mülakat (görüşme), herhangi bir alanda ün kazanmış bir kişiye sorular
sorarak cevaplar alma biçiminde tanımla*nabilecek bir türdür.
Röportajdaki gibi yazarın kendi tespit ve düşünceleri yoktur. Tek
kişiyle olmak zorunda değil*dir. Çok kişiyle olabileceği gibi hiç
kimseyle görüşme yapmadan da röportaj yapılabilir.



Türk Edebiyatında Röportaj:

Edebiyatımızda Ruşen Eşref Ünaydın, Hikmet Feridun Es, Tahir Kutsi
Makal, Yaşar Nabi Nayır, Fikret Otyam, Mete Akyol, Yaşar Kemal ve Ömer
Sami Coşar tanınmış röportaj yazarlarındandır.


(Hilly)

ŞEHRİ KONU ALAN RÖPORTAJ

Hocam merhabalar. Öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkürler.
Sizin birçok farklı yönünüz olduğunu biliyoruz. Gezi Yorumları olarak
daha çok gezginlik yönünüzle ilgileniyoruz haliyle ancak
okuyucularımızın sizi daha iyi tanıması için, genel olarak kendinizden,
gezginlik dışındaki yönlerinizden kısaca bahseder misiniz?


Birincisi çevreci bir kimliğim var. Bugüne kadar 81 ilde, 45 ülkede
3200 konferans verdim. Bu bir dünya rekoru. Hemen her gün bir veya iki
yerde konferans oluyor. Amacım her konferansta bir ya da birkaç kişiyi
toplumsal sorumluluk adına kazanmak. Büyük bir mücadele veriyorum,
bazen ayda 3.000 YTL gidiyor cebimden. Konferans verilenlerin içinde
her kesim var, hastaneler, silahlı kuvvetler, müftülükler, okullar,
tutukevleri,...Aklınıza gelecek her kesime ulaşmaya çalışıyorum. Hatta
*******de bile verdik. O kadar geniş bir kesime ulaşmaya çalışıyorum.

İkincisi, iki ülkenin fahri konsolosluk işleri var. Afrika’yı çok
sevdiğim için Benin’i ve Gana’yı burada temsil ediyoruz, vize
veriyoruz. Amacım Afrika’yla olan münasebetleri Türkiye adına
arttırmak. Türkiye için istikbalin Afrika’da olduğunu düşünüyorum.
Benin çok ufak bir ülke ama Gana’yla çok iyi bir duruma geldi ilişkiler.

Üçüncü görevim üniversite. Üniversitede uzun yıllar idari görevde
bulundum. Şu anda idari görevim yok ama ders vermeye devam ediyorum.

Dördüncü bir görevim, apartman yöneticiliğini de yapıyorum. Onu da bana verdiler.


Sonra radyo ve televizyon programlarım devam ediyor. Yön FM’de her
Pazar, 21:00-22:00 arası, şu anda bayağı bir ses getiren, Abbas Yolcu
isminde bir programım var. Expo Channel’da da her Pazar 17:00’de Yeşil
Bir Dünya isminde bir çevre programım var. 9 televizyon kanalında ve 7
radyoda program yaptım bugüne kadar. 700’e yakın programa da konuk
oldum. Amacım, daha geniş bir kitleye bunları anlatabilmek.

Gezginler Derneği var. Orada başlı başına bütün yük benim üzerimde. O da ayrı bir iş.

Bu arada köşe yazarlığım var. Değişik dergi ve gazetelere devamlı
buradan yazı gidiyor. Sağolsun Mehmet yürütüyor o işleri. (Bilgisayar
başında harıl harıl çalışmakta olan Mehmet’i gösteriyor)

Bütün bu işler de yürüyor...

Nasıl yürüyor peki? İnsanın aklına hemen o geliyor, bu kadar iş bir arada nasıl yürüyor?

Nasıl yürüyor, birincisi az uyuyorum. Geceleri 3 saat. İkincisi çok
sistematik çalışırım. Belki farkındasınız.(Odada sürekli evraklar
oradan oraya gidiyor, notlar alınıp tasnif ediliyor.) Sonra tek başıma
değilim, ekip meselesi. Sağolsun Mehmet var burada, Ekrem var, bir de
evde İlhan var. Üçlü bir ekibim var, evde bir yandan, burada bir yandan
işler devamlı yerine getiriliyor. Sonra matematiğim iyidir. Matematiği
iyi olan insanın organizasyon yeteneği de otomatikman iyi olur. Bir de
şu var, o yönümü pek bilmezler. Ben bugüne kadar hemen hemen 4000
öğrenciye özel matematik dersi verdim. Bunlar arasında Sertap Erener,
Haluk Levent bile var. Benden özel ders almışlardır zamanında. Çok
geniş bir kitleye matematik dersi verdim. Bu da tabi bana organizasyon
yapma kabiliyeti verdi.

Bir de çok okur, çok araştırırım. Bizim toplumun en büyük eksiği
meraklı olmaması. Meraklı olan herşeyi başarır. Ben o gün aklımda olan
herşeyi buraya yazarım, her gün bu gider gelir. (İçine evraklar
konulmuş ve sürekli konmaya devam eden çantayı gösteriyor) Buraya
işleri koyarım, evde yapar öyle gelirim ve işler biter. Tabi herkesden
de aynı sistemli çalışmayı beklerim, olmazsa da kızarım. Çünkü madem bu
iş yapılacak en iyi şekilde yapılmalı, herkes görevini yapmalı.

Bugüne kadar birşey yapabildiysem bu sistemle yapabildim. Hayatımda bir
defa futbol maçı seyretmedim, nefret ederim. Uyuşturucu olarak
görüyorum. Futbol olmasa Türkiye çok daha ileride olurdu. Bir ülkeyi
uyutmak için güzel bir yöntem. Hayatımda bilgisayarla chat yapmam. Onu
da çok *****ca buluyorum, oturuyorlar ***** ***** şeyler yazıyorlar
birbirlerine. Sigara tabi çok kötü bir uyuşturucu. Hiçbir mantık yok.
İçenler bir zehri kullanıyorlar, etrafı kirletiyorlar, ağaçları
yakıyorlar. İnsan kendine bu kadar zarar veremez, intihar etse daha
iyi. Ondan sonra, hayatımda bir gün magazin programı, dizi seyretmedim.
İçki masasında oturmam, sarhoş insana hiç tahammülüm yoktur. Mesela
geçen gün konferans vermeye Güllük’e gittik. Akşam tabi TV ekibi de
benimle beraberdi. A baktım içki içiliyor, ben yokum. Eskiden Füsun
Önal ve Nasuh Mahruki’yle turneye çıkıyorduk. Her akşam bir yerde
konuşuyorduk. Tabi konferans sonrası masalar kuruluyor... Bana bakardı
bütün ekip, Orhan Bey ne zaman kaçacak diye. Yemeğimi bitirince biraz
fazla durursam hepsi nasıl oluyor diye merak eder bakarlardı. Sonra ben
başım ağrıyor, müsade ederseniz odama gidip kitap okuyacağım deyip
pırrr. Dolaşırdım ara sokaklarda. Niye sarhoş insanların *****ca
şeylerini dinleyeyim ben saatlerce, lüzumsuz. Boş bir vakit. Kıymetli
birşey konuşulsa neyse, hele insanlar biraz içince iş iyice çığırından
çıkıyor. Hiç hoşlanmadığım şey karşımda sarhoş insandır, hiç tahammül
edemem. Onun için onlardan da uzak kalıyorum.

Tabi bütün bunlar bana vakit kazandırıyor. Bir de dediğim gibi az
uyurum. Geceleri 6’da filan yatarım, 9’da kalkarım. Bütün bu zamanı
değerlendirdiğim için daha iyi oluyor.

Çok fazla sayıda ülke gezdiğinizi biliyoruz. Sanırım 180’in üzerinde. Son rakam nedir acaba?

194 oldu. Türkiye rekoru bende, dünya değil ama. Dünyada benden fazla ülke gezenler var.

Onlar kaç ülke gezmiş?

Bir İngiliz kalmıştı benim evimde misafir olarak, “3 ülke kaldı
görmediğim.” dedi. Dünyada ülke sayısını belirlemek çok zor, adalar
filan var, o da değişken tabi. Biz BM listesini baz almıyoruz, kendi
özel listemiz var. O adamcağız bir Azarbeycan’a gidememişti, vize
alamamış, bir Özbekistan dedi, bir de Kanada’nın kuzeyinde ufak bir ada
varmış. Ben o kadar görmedim. O konuda dünyada iddialı değilim

bu kadar çok ülke gezdiğinizi duyunca yılın ne kadarını gezilerde geçirdiğiniz sorusu geliyor akla.

Değişiyor ama genelde senede 5-6 geziye gidiyorum. 2-3’ü yaz tatilinde
oluyor, bayramlarda oluyor, bazen haftasonları oluyor. Mesela
Bulgaristan’a gittik geçenlerde, o kısa bir geziydi.

Peki ilk gezim dediğiniz gezi hangisidir?

İlk gezimi iyi hatırlıyorum. İlk olarak annemlerle Avrupa’ya gitmiştik,
Kapıkule’den çıkarak. O zamanlar öyleydi, Avrupa’ya gidilirdi, arabayla
gidilirdi. Bulgaristan, Yugoslavya... Oraya her yaz giderdik. Dayım,
kendisi şimdi hayatta değil, avcıydı. Avcı olduğu için de erken öldü,
hayvanların ahını aldı. Dayım, ben, kardeşim, kardeşim de hayatta
değil, annem, babam arabaya eşyaları yükler giderdik. Her seferinde
değişik bir rotadan giderdik. Romanya üzerinden, Macaristan üzerinden.
20-25 gün gezerdik, gelirdik. Hatta ben ilkokulda okurken anneme şöyle
demişim, “Anne, bu yaşıma geldim doğru dürüst Avrupa’yı görmedim.” O
kadar meraklıydım. Sokağa çıkmak ayrı bir zevk...

Şimdiki gençlere acıyorum. Efendim paramız yok, gezemiyoruz diyorlar.
Çok saçma, paraya ihtiyaç yok gezmek için. Heves önemli, birşey görmeye
hevesleri yok. İstanbul’da bile gezgin olur. Soruyorum mesela,
Küçükpazar diye bir semti vardır İstanbul’un. Eminönü’nın altıdır,
Unkapanı’nın. Orada herşey ucuzdur, hırsızlar filan vardır. Yemek 4
milyondur ve tazedir, tüketim çok olduğu için. Berber 3 milyondur. Ben
sık sık oraya giderim, orada otururum, berbere giderim. Hırsızlar
vardır genellikle. Arada bir konuşurlar kapının önünde. Mesela bir
tanesi, “Geçen gün 4 tane cep telefonu çaldım futbol maçında” diyor ben
de “Ooh iyi yapmışsın, git daha fazla çal o *****ların telefonlarını”
diyorum şaşırıyorlar. Çalsın tabi, o *****lar gidiyorlarsa maça, çocuk
çalsın.

Ben oralara giderim. Şimdi soruyorum, Küçükpazar’ı kimse bilmiyor.
İstanbul’da yaşıyorlar, belki burada doğmuşlar ama bilmiyorlar. Ama
Akmerkez’i, o işe yaramaz pahalı yerleri biliyorlar. Bu meraktır. Ben
çok iyi hatırlarım, o kadar meraklıydım ki mesela Taksim’e gittiğimda
baktım Taksim-Gültepe otobüs hattı başlıyor, yeni koymuşlar. Hemen
atladım Gültepe’ye gittim, Gültepe neresidir diye. Gidip döndüm, merak
için, ne oluyor ne bitiyor diye. Hatta benim çocukluğumda 67 vilayet
vardı, bir Muş’a gitmemiştim. Vallahi özel olarak otobüse bindim, Muş’a
gittim. Anneme söylemedim, kızar diye. Sırf Muş’u görmek için, 67
vilayeti tamamlamak için.

İşte bu merak, merak çok önemli birşey. Meraklı olmayan insanın
başarılı olmasına imkan yok zaten. O zaman Banu Alkan’ın göğüs
ölçülerini bilir, Hakan Şükür’ün doğumgününü bilir. Ondan ileri
gidemez. Eski köyde yeni adet yaratmadığın müddetçe kendini kabul
ettiremezsin toplumda. Senle konuşmaz, bilgi akışı olmaz. Niye konuşsun
ki? Yeni birşey sana vermiyor, dedikodu yapacaksın, bilmem ne
yapacaksın. Bunu anlatmaya çalışıyorum gençlere. Kendiniz kabul
ettirmeniz için okumanız, araştırma yapmanız ve konuşurken birşeyler
sağlamanız lazım. Aksi halde dikkate almaz seni kimse. İki dakika sonra
sıkılır, yanından kalkar.

Ben üniversiteye yeni girmiştim. Yıl 1972 O zaman Bizim Maçka Maden
fakültesi var. Ben de Amerika’dan döndüm. Amerika’da tuvalet bile
temizledim, 3 işte birden çalışıyordum. Bayağı bir parayla döndüm.
10.000 dolarla filan. Odamı da güzelce yaptım. O zaman televizyon
başlamış. Bizim kuledeydi. Benim odam da oraya yakın. Gelirdi ünlü
sanatçılar, Behiye Aksoy, Sevim Tuna, Gönül Yazar, Sezen Cumhur Önal
filan program yaparlardı. Tabi benim odama bakarlardı, imrenirlerdi.
Orada uydurma bir iskemlede oturuyorlar. Ben de bakarım o gün kim var,
aksıyor da tabi programlar, beklemeler oluyor. Aralarında bir tek
sevdiğim vardı, Zeki Müren. Çok espriliydi, kültürlüydü, ne dediğini
bilen bir adamdı. Eğer oradaysa onu davet ederdim, konuşurduk.

Bir gün futbol üzerine konuştuk, a bir baktım benim gibi düşünüyor.
General Franco 44 yıl İspanya’yı yönetti. Yaşlanınca basın filan
gittiler, “Nasıl başardınız?” dediler. “Üç tane 50 bin kişilik beşik
yaptırdım.” dedi. Salazar’da “3F formülüyle halkımı uyuttum.” dedi
Portekiz’de. Bunları konuştuk filan. Ben “Bunları basına da söyleyin ki
insanlar hiç değilse duymaya alışsınlar.” dedim. Sonra Zeki Müren
bunları açıkladı. Birkaç gün sonra beni aradı, Allah rahmet eylesin,
“Orhaaan, koş Milliyet al” dedi, “Başıma gelenlere bak.” “Senin
yüzünden oldu.” dedi bana. Koştum gittim aldım, bir baktım manşette
şöyle yazmışlar: “Zeki Müren erkek değil ki futboldan ne anlar”
demişler...Adamı da susturdular. Kimse futbol sektörüne karşı çıkamaz
Türkiye’de.

Çok üzülüyorum, bu ülkenin futbola bu kadar değer vermesine. Bu sistem
böyle olmasa futbol bu kadar yaygın olamaz. Maç seyreden maç üzerine
konuşan herkes bu sistemin böyle olmasına katkıda bulunuyor. Onun
sayesinde vergi vermeden bu insanlar başımıza geliyor, bir sürü mafya
babası gelip kulüplerin başına geçip paralarını aklıyorlar. 7 milyon
euro Apiah gibi bir adama veriliyor. Vergi bile vermiyorlar. (8 milyon
diye düzeltiyor odada bekleyen öğrenci) Biz 10 bin yıl çalışsak o
parayı alamayız. Bunların hepsi bu sistemin bir parçası tabi.

Peki çocuklar nasıl daha ufak yaşta gezmeye nasıl yönlendirilebilir
veya genel olarak Türkiye’de böyle bir merak nasıl yaratılabilir?

Türk halkı bir zamanlar göçmenmiş. Yerleşik düzene sonradan geçmişiz.
Tabi göçmen, biliyorsunuz bir yerde kalır bir süre, oradaki bütün
imkanları kullanır, hayvanını avlar, suyunu kullanır filan sonra göçer.
Bizim zaten bu yüzden bir çevre bilincimiz yok. Yani insanların
dışarıya birşey atması ondan, gideceğiz zannediyorlar.

Toplum olarak malesef o dönemler yola çıkmamıza rağmen gezginliğimizi
kaybetmişiz. Osmanlı zamanında gidilmiş, tabi gidilmiş ama vergi almak
için, bağlamak için gitmişiz. Orası hakkında bilgi toplamamışız. Hatta
ilk Fransa’ya elçi gittiği zaman, Osmanlı biliyorsunuz ilk defa Paris’e
bir büyükelçi atamıştır, adam şöyle demiş: “Bana ne yaptınız, ben ne
suç işledim ki yolluyorsunuz.” demiş. O kadar istemeyerek gitmiş.
Meşhurdur o lafı. Yani biz yola çıkmaya hevesli bir toplum değiliz,
malesef. Bundan dolayı da kapalı kalmışız. Gidenler de daha çok savaş
için gitmiş, para için gitmiş, futbol için gitmiş, hastane için
gitmiş... Fakat gezmek, gezmek ayrı bir iş. Tek başına bir iş. Yani
diğer sebepler için gidenleri ben saymıyorum. Bir de bayi gezileri var,
gidiyorlar, tamemen seks amaçlı. Onların hepsini ayrı tutarsak hakiki
gezginin sayısı az. İşte Gezginler Kulübü o yüzden kuruldu. Hakiki
gezginlerin sayısını arttırmak için.

Aslında sanki nereye gidilse bir Türk oluyor orada ama dediğiniz gibi başka bir sebep için gitmiş oluyor.

Gezmek başlı başına bir iştir. Gezgin bir görev yapıyordur bence,
gezginlerin sayısı arttıkça dünya barışına da hizmet edecektir.
Kültürler birbirlerini iyi tanırsa savaşlar çıkmaz. Birbirimizi
tanımadığımız için savaşlar çıkıyor.

Belki yapay düşmanlıklar, söylenegelmiş ama doğru olmayan şeyler insanlar arasında sorun yaratıyor.

Öyle değil mi, zamanında da işte “Türkler geliyor, Türkler geliyor”
diye Türkleri canavar olarak tanıtmışlar bütün Avrupa’ya. Eğer o zaman
birçok insan Osmanlı’ya gelseydi, insanları tanısaydı, iyi niyetini
görseydi, bu söylevle insanları korkutamazlardı. Komunistler için de
dediler. Bütün Amerika’da komünizm o zaman bir canavar gibi tanıtıldı.
Halbuki Rusya’nın insanları sakin ve aklı başındadır. İşte bütün bunlar
gezmemenin, görmemenin sonucu.

Gören insan tanır sonuçta.

Tabi tanır ve “Bu insan benim düşmanım olamaz.” der. “Sen niye beni düşman yapıyorsun.” der. Politika insanları düşman yapıyor.

En azından o ikisini ayırt edebilir, politikayla insanların arasındaki
farkı...Bir gezginin sahip olması gereken belli özellikler var mıdır
diye soracaktım, bir kısmını zatan saydınız...

Gezgin bence yola çıkmayı zevk edinen insandır. Hep yola çıkmalı ve şu
soruyu sormamalıdır: “Ben burada ne arıyorum?” Herşeyden zevk
almalıdır. Turistle gezgin arasında çok büyük bir fark var. Turistler,
deniz kum güneş dedikleri, hiç sevmediğim üçlüye gidiyorlar. Bu tip
insanları biz Gezginler Kulübü’nde istemiyoruz. Öyle birkaç kadın vardı
çıkardık. Çünkü onlar bizim dışımızdalar. Türklerden de var
yabancılardan da.

Geliyorlar Türkiye’ye bir hafta tatil köyünden çıkmıyorlar, kertenkele
gibi güneşte yatıyorlar, biralarını içiyorlar, dedikodu yapıyorlar,
akşam da kız ya da erkek arkadaş bulmak için diskoteğe gidiyorlar.
Bunlar turist. Bunların Türkiye’ye faydası da yok. Türkiye’yi sadece
kirletiyorlar. Sürdükleri kremlerle denizi kirletiyorlar,
kanalizasyonları zaten biliyorsun 3125 belediyenin ancak onunda,
onbeşinde arıtma tesisi var. Hepsi denize boşaltılıyor. Geliyor
Türkiye’ye, Londra’daki iki akşam yemeği fiyatını bir hafta kalıyor,
Türkiye’yi kirletiyor. Bir kuruş alışveriş de etmiyor, su bile içmiyor,
bir tane de yastık çalıyor gidiyor. Bunların zararı var Türkiye’ye,
bence. Bunlardan ne fayda bekliyorlar? Gezgin para bırakır, çünkü
gezgin hareket halindedir. Ama bu turist grubu para bırakmaz. Onların
bir tek amacı var. Geliyorlar, yatıyorlar, akşam biralarını içiyorlar,
belki bir tek biraya para veriyorlardır, onu bilemem. Ve dönüyorlar.
Şimdi bunun hiç gezginlikle ilgisi yok. Hakiki gezgin devamlı hareket
içinde olur.

Mesela Japonlar çok sever gezmeyi. Japonları hiç görmezsin sahilde.
İspanyol, İtalyanlar’da sever genellikle hareket halinde olmayı. Biz
gezilerimizde devamlı hareket halindeyizdir. Ben hayatımda bir gün, bu
kadar ödül falan da kazandım, bir tatil köyüne gidip 3 gün kalmadım.
Sıkılırım, sıkıntı basar. ***** ***** kadınlar, boyalı, 90-60-90
Türkçesi noksan kadınları seyrediyorlar, Alem okuyorlar. Ben o tiplerin
arasında duramıyorum. Bodrum uçağında bile rahatsız oldum o tipleri
gördüğüm için. Afakanlar bastı yani...O tip insanlar benden çok uzak
dursun. Boş insanlar. Eline kocaman Alem almış, gözlüğünü takmış, en
son marka kıyafet üzerinde...İşte gezgin böyle değildir. Gezgin en ufak
detaydan zevk alır, bir yolun kıvrımından, bir çocuğun tebessümünden,
... Sokağa çıkar, ara sokaklarda dolaşır. Çünkü ara sokaklar şehrin
esas kimliğidir. Ana cadde birşey vermez, çünkü o boyadır, esas şehrin
kimliği iç organlardır, arka sokaklardır. Gezgin oralara gider,
insanlarla konuşur, kültürünü tanır. Mc Donalds’a gitmez. Mc Donalds’ı
hiç sevmiyoruz, kapansın namussuzlar. 22 tanesi kapandı İstanbul’da. Ne
kadar kapanırsa o kadar mutlu olacağım. Büyük savaş veriyorum. Bunlar
Türk yemek kültürünü öldürüyorlar, sağlıksız gıda satıyorlar...

Bir de şuna **** oluyorum, mesela gidiyoruz bir yere seyahatin 3.
gününde, “Hocam Türk lokantası bulalım”. Ne Türk lokantası diyorum, biz
geldik Macaristan’a. Allah aşkına bırakın Macar yemeğini yiyelim. Ne
yiyorlar, ne içiyorlar...Öyle insanlar var. İki dakika sonra “Türk
yemeği nerede var.” Ya sen niye geziyorsun o zaman, otur Türkiye’de, ne
işin var. Amaç yurtdışında olduğun zaman yeni birşeyler görmek, yeni
şeyler denemek...

Bazı insanlarda belki meraktan çok bir rahatlık duygusu mu hakim oluyor acaba?

Rahatlık, bir de aynı şeyi devam ettirme...Bazı İngilizler’de de var,
kendi publarına giderler, Almanlar hep bira içmek isterler...Halbuki
gezgin hep farklı şey yapmak ister. Ben vejeteryan olmamın tek
üzüntüsüsünü yaşıyorum, tadamıyorum. 4 yıl öncesine kadar vejeteryan
degildim. Mesela burada hiç aramıyorum, et, balık ama yurtdışına
gidince çok farklı bir yemek oluyor, balık oluyor. Mesela bir gezide
çok imrendim, yiyemedim. Lena Nehri’ne gittik, Yakutistan’a. 10 gün
gemideydik. Orda her akşam değişik bir balık yakalıyorlar, büyük
törenlerle geçiriyorlar, pişiriyorlar, kesiyorlar, herkese veriyorlar,
ben izliyorum.

Merak da ediyorsunuz tabi?

Merak ediyorum, tadını merak ediyorum. O ayrı birşey, balık yemiş olmak
için değil de nedir bu diye merak ediyorum. İşte orada kötü oluyor. Ama
ne yapayim, bir kere karar vermiştim, onu uygulamak zorundayım.

Yani evet, gezginle turist arasında çok fark var aslında...

Türkiye için de belki bu gezginlerin sayısını arttırmak lazım.

Tabi amacımız bunları bir araya getirmek, birbirlerinin tecrübelerinden
istifade ettirmek ki ediyorlar. Geziler organize ediyoruz biliyorsunuz.
Bilhassa olmayan gezileri yapıyoruz, klasik gezilerin ötesinde. Türkiye
gezileri yapıyoruz. İstanbul gezileri yapıyoruz, toplantılar yapıyoruz,
yol filmleri gösteriyoruz. Mesela Benim Küçük Gün Işığım diye bir film
var, güzel bir yol filmi, mesela onu Gazi Sineması’nda özel
gösteriyoruz. Tiyatrolara gidiyoruz, müzelere gidiyoruz sık sık. Amaç
insanları bir araya getirmek. Derneğin amacı o zaten ve iyi gidiyoruz,
şu anda rekor sayıda üyemiz oldu. 200’ü aştık. Birçok Gezginler Kulübü
başkanları Türkiye’ye geldiklerinde 5-6 yıl içinde bu kadar üyeye
ulaşan dernek görmedik diyorlar. Mesela en son Marsilya Gezginler
Kulübü’nden geldiler, şaşırdılar başarımıza. İşte Türkiye’yi böylece
tanıtmış oluyoruz. Diğerleri de şaşırdılar hep, bu kadar zamanda
binanız var, bu kadar üyeniz var, kalabalık, nasıl oluyor diye hep
soruyorlar.

Sizin çok katkınız var herhalde bunda?

E tabi benim var, bu duruma gelmesinde. Kolay değil çünkü, Türkiye’de
dernekçilik zor. İnanın şurda telefon ediyoruz, 100 YTL verecekler
yılda, bütün gelirimiz bu. Bazen Mehmet arıyor, karşıdaki kişi “Ben
istifade edemiyorum ayrılmak istiyorum.” diyor. Madem öyle neden bu
saate kadar bekliyorsun. Halbuki dernek yasasına göre onun bize haber
vermesi lazım, ayrılıyorum diye. Bu liste o, (üye listesini gösteriyor)
ödemeyenler var. Tek tek telefon ediyoruz, zor iş. Mayıs ayına kadar
bekliyorlar, ondan sonra 3. defa arayınca, “Ben zaten ayrılacaktım.”
**** olursunuz yani. Tabi aralarında muntazaman ödeyenler var ama bir
kesim de böyle malesef. Her toplantıda söylüyorum, kalacaksanız üye
olun, biz üye aramıyoruz, zorla kimseye üye olun demiyoruz,
istemiyorsanız olmayın. Ama bizi üzmeyin, üzenler ayrılsın falan.
Söylememe rağmen yine de oluyor. Ki biliyorlar hassas olduğumuzu,
birkaç telefondan sonra üyelikten çıkardığımızı. Ona rağmen yine de tam
istediğimiz gibi olmuyor malesef.

İnsanların tecrübelerini paylaşmaları, yaptığı şeyleri görmeleri önemli
bir faktör değil mi. Başkalarının yapabildiğini görmeleri, örnek
alabilmelerı için...

Evet çok önemli. Mesela öyle bir zamanda İzlanda’ya gidersiniz ki
hiçbir şey göremezsiniz, sis olur. Grönland’a gidersiniz, uçaklar
çalışmayabilir. Orta Hindistan’a gidersiniz, muson yağmurları olur,
otelinizden dışarı çıkamazsınız. Bütün bunlar tecrübe. O bakımdan bu
çok önemli. Sık sık saydam gösterileri yapıyoruz, insanlar
tecrübelerini anlatıyorlar. Sonra üyelerimiz, çok başarılı gitmese de,
nereye gittiklerini yazıyorlar ki diğer üyelerimiz de onların
tecrübelerinden istifade etsin. Öyle bir köşemiz var **b sitesinde,
birbirlerine sorular soruyorlar. Kitaplar vasıtasıyla da oluyor.
Üyelerimizin kitaplarını tanıtıyoruz. Sık sık onları bir araya
getiriyoruz, konuşsunlar daha çok tecrübe paylaşımı olsun diye...Bütün
bunları yapmaya çalışıyoruz.

Peki hiç aklınıza farklı bir ülkeye yerleşmek geldi mi? Yoksa gezmek için gitmeyi mi tercih ettiniz her zaman?

Eğer bir ülkeye yerleşeceksem bu Venezüela olur. Venezüela’yı düşündüm
hakikaten, bir süre de kaldım, bir 15-20 gün. En kafama uygun ülke
orası geldi, hem yaşantı bakımından hem insanların iyi niyeti
bakımından. Avrupa’yı sevmiyorum, Avrupa bana birşey ifade etmiyor,
kalmam Avrupa’da. Bir süre almanya’da yaşadım zaten, 1 sene kadar. Ama
benim için kültür önemli, insanların yakınlığı önemli, kendime en yakın
Venezüela’yı buldum. Öyle birşey olursa oraya giderim. Amerika’da
oturma iznim olduğu halde iptal ettim, hiç düşünmedim. Çünkü Amerikan
toplumu aşırı tüketen bir toplum, bana tamamen zıt bir toplum. Onun
için daha çok Venezüela’yı düşündüm...

En takdir ettiğim ülke, yaşamayı düşünmem ama Butan’dır. Kral çocuğuna
bıraktı tahtı, yeni öğrendim. Oğlu geçti başa ama kral ölmedi. Daha çok
yaşlı değil. Sanıyorum oğlunu deniyor...

Benim örnek aldığım bir insandır Butan Kralı. Bir defa televizyonu bile
sokmadı ülkesine, turist sayısını kısıtladı. Benim düşündüğüm gibi
düşünüyor, fazla turist gelip benim kültürümü bozmasın, az turist
gelsin, zengin turist gelsin, çok harcasın diyor. Sonra sigarayı
yasaklayan tek ülke dünyada. Bunu başardı Butan Kralı. Geleneksel
kıyafetlerle dolaşma zorunluluğu var. Kendi halkı kot filan giyerse
hemen 10 gün manastırda hapse atıyor. Futbolu yasakladı, uyuşturucu
olduğu için. Bir tek okçuluk ve diğer spor dallarına ağırlık verdi.
Eski araba sokmuyor. Diyor ki “Benim hidrolik elektrik gücüm var,
Hindistan’a satarım, o para da bana yeter, halkımın fazla paraya
ihtiyacı yok, şımarırlar.” İdare ettirtiyor.

Onun için çok seviyorum. Sindrella ülkesi gibi, hiçbir şekilde yeni
binaya izin vermiyor. Bütün binalar geleneksel binalar, üzerinde
süslemeleriyle. Gidiyorsunuz sanki hayal alemi gibi, şaşırıyorsunuz.
Peri masalındasınız. Benim çok hoşuma gidiyor tabi. Kendisiyle çok iyi
de dost olduk. Geçen gün oğluna da mektup yazdım, Baban çok güzeldi
sakın ha babandan sonra bozma dedim...Futbolu, sigarayı sokma Butan’a
dedim. Yeni gitti mektup, bilmiyorum ne cevap verecek...

Bilgi artık çok hızlı yayılıyor, Butan biraz daha izole olabilir ama
Türkiye’de, istense bile o kadar korumacı olma şansı yok herhalde.

Tabi Türkiye kaybetti şansını. Türkiye’de de belli şeyler korunabilir.
Mühim olan turist gelsin değil, fiyatlarını daha pahalı yapıp kaliteli
turist gelmesini sağlamak lazım. Amaç çok insan gelsin değil, kalite.
Ben insanları dil, din, ırka göre sınıflandırmam, ayrımcılık kötü
birşey ama şöyle sınıflandırma yaparım. O adam elinde sigarasıyla maç
seyrediyorsa, küfür ediyorsa, bağırıyorsa, çağırıyorsa, aldığı yemeğin
yarısını tabağında bırakıyorsa bence beşinci sınıftır. Hangi ülkeden
olursa olsun. İnsanlara ayrımcılıkta bence önemli olan budur. Onun için
mesela bize gelen o İngilizler filan 5. sınıf. Gittim gördüm, hiçbir
şeyle ilgileri yok. Bağıran çağıran, beş para etmez İngilizler.
Alıyorlar açık büfelerden, bu kadar aç insan varken, **** oluyorum,
boşa gidiyor. Bütün yemekler çöpe gidiyor.

Geçen gün bir yere gittik, Ümraniye Kız Meslek mi. Oradan çıktık
Ikea’ya uğradık. Orada yemek yiyoruz. Hayatımda bir gün bir pirinç bile
bırakmadım. Bir gün bir yerde bir yemek verdiler, çok kötü bir yemek,
beklemiş, onu bile bitirdim. Soğumuş soğumuş, kimse yemez o yemeği
benden başka. Onu bile yedim ki tabağımda bırakmayayım diye...Neyse
Ikea’da baktım kadın almış eline cep telefonunu, yemeğini de itmiş.
%80’i tabağında. Gittim yanına, “Hanımefendi, bitirdiniz mi?” dedim.
“Evet” dedi, “Yememişsiniz” dedim. “Size ne oluyor, parasını ödedim ya”
dedi. “Ama” dedim “bugün 2000 çocuk açlıktan öldü”. “E ne yapayım
verdiler” dedi. “Hayır vermediler, açık büfeydi istediğiniz kadar
alabilirdiniz, orada kalırlardı onları değerlendiriyorlar” dedim. Tuhaf
tuhaf yüzüme baktı. Ondan sonra “Herhalde sigara içe içe düşünme
kabiliyetiniz de kalmamıştır” dedim. Kadın ayağa kalktı, ben oradan
pırrr. Şimdi kavga çıkacak...(Gülerek anlatıyor Orhan Bey) Daha geçen
hafta oldu. Burada da iniyorum aşağıya kafeteryaya, hala çocuklardan
ekmek atanlar var, hala var...Ben alıyorum kuşlara veriyorum. Şurada
kuşlar var, şimdi su koydum yemek koydum. Aç onlar çünkü, kimse onları
düşünmüyor...

Çok kolay yapılabilecek birşey aslında.

Çok kolay, herkes yapabilir ama yapmıyorlar. Toplum şu anda uyutuluyor.
Toplum şu anda beş şeyle uyutuluyor bence. 1 chat, 2 futbol, 3 diziler,
4 magazin 5 Formula 1 denen canavar. O da şu anda mahvediyor. Bir kaç
tane zengin çocuğu babalarının arabasıyla geceleri kaçıp kaç kişiyi
öldürüyorlar, herhalde çok mutlu oluyordur Formula1’i Türkiye’ye
getirenler. Bütün ekosistem gitti Pendik’in ve 150 bin dolar da
kaybetti, İTO. Güya Türkiye’ye döviz gelecekti, para gelecekti. O
zamanlar söyledik, gelmez dedik, bu *****ca birşey dedik, dinlemediler.
Yine ben haklı çıktım.

Venezuela ve Butan’dan bahsettiniz ama onun dışında gezginlere
görmeleri açısından tavsiye ettiğiniz, mutlaka görülmesi gerekir
dediğini yerler var mı?

Coca Cola’nın, Mc Donalds’ın, arabanın, turistin az olduğu, kültürünü
koruyan ülkelere gitmelerini tavsiye ederim. Mesela Yemen benim çok
sevdiğim, çok güzel bir ülke. 3 defa gittim 3 defa daha giderim.
Hindistan... Her köşesi bir sürpriz ve ben Hindistan’ı çok seviyorum,
çünkü onlar da benim gibi vejeteryan, hayvanlara çok saygılılar.
Dinleri Hinduizm diyor ki tanrılar her an bir hayvan formatında
olabilir. Yerleri bile süpürerek yürüyorlar, karıncalar ölebilir diye.
Böyle bir toplumu seviyorum ben tabi...Fakir olabiirler ama gayet
saygılılar doğaya. Hndistan’ı çok seviyorum. Oraya da 5 defa gittim,
bir 5 defa daha giderim. Her köşesini görmek istiyorum, benim için çok
farklı bir ülke. Hem din mozaiği, hem dil mozaiği, hem insan mozaiği.

O zaman belli özellikleri taşıyan yerlere gitmelerini öneriyorsunuz. Ya da ülkelerin de belli bölümlerine...

Evet, tabi...

Hocam çok teşekkürler bu güzel sohbet ve bize ayırdığınız vakit için. Size çalışmalarınızda kolay gelsin diyoruz...

(Orhan Bey bizi kapıya kadar uğurluyor ve vakit kaybetmeden işlerine dönüyor.)


(uur_ugur)


Bu ay sizlere İlab Holding ve Sigortam.net’in kurucusu Sn. Mustafa Say’ı tanıtmak istedik.

Sn. Mustafa Say Amerika’da üst düzey yöneticilik yapmış ve daha sonra
Türkiye’ye dönerek, e-ticaret alanında ülkemizde önemli yatırımlar
gerçekleştirmiştir.

Kendinizi biraz tanıtabilir misiniz ? İnternet’te yatırım yapmaya nasıl karar verdiniz?

İTÜ Makina Mühendisliğinden mezun olduktan sonra Türk Eğitim Vakfı
bursu ile 1978′de Amerika’da University of Columbia’da MBA yaptım.
1983-1989 yılları arasında, ABD merkezli General Electric şirketinin
bir yan kuruluşu olan GE Trading (NYC) kuruluşunda çeşitli görevlerde
bulundum. Bu kuruluşta son olarak Kimya Ticaret Bölümü Genel Müdürlüğü
görevini yürüttüm. Daha sonra ABD Houston merkezli Vinmar
International’da 1989-1999 yılları arasında Petrokimya Ürünleri Genel
Müdür Yardımcısı olarak çalıştım ve bu şirketin kimyasal ürün ticareti
bölümünü kurarak yöneticiliğini yaptım. Bu süreç sonunda da Türkiye’ye
dönerek İlab Holding’i kurduk ve yatırımlarımıza başladık.

iLab’ın kuruluş hikayesini anlatır mısınız?

iLab Holding A.Ş, Nisan 2000 tarihinde internet teknolojileriyle
artı değer yaratan şirketlere yatırım yapmak üzere kurulan ve interneti
çalışmalarının odağına alan bir “yatırım holding” şirketidir. iLab
Holding, ekonomideki; sermaye, emek ve girişim girdilerine bilgiyi de
ekleyerek daha sistematik bir yol takip ediyor. 1999 yılının ikinci
yarısında tüm dünyada “internet-mania” denebilecek düzeyde bir internet
akımı vardı. İnternetin bu rüzgarla Türkiye’de de yeni fırsatlar
yaratacağı, şirketçilik anlayışını değiştireceği gibi beklentilerimiz
vardı. Yine o dönemin şartları ile bakıldığında, interneti gereği gibi
değerlendiremeyen şirketler için ciddi riskler söz konusuydu. Tam bu
noktada internet yatırımını ciddi bir fırsat olarak görüp, gerekli
özelliklere sahip olduğumuza inandık. Bu nedenle de bu girişime karar
verdik.

Alanında bir ilk olan iLab nasıl bir büyüme politikası izledi?

İlk olarak dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmeye gayret
gösterdik. Bunun paralelinde “Türkiye’de internette ne tür fırsatlar
var?” sorusunun cevabını bulmaya çalıştık. Aynı zamanda mevcut ekonomik
koşulları ve yatırım ortamını gözlemledik. Bu ve bunlar gibi bir çok
parametreyi bir araya getirdiğimizde, kontrollü olarak değer yaratan iş
fırsatlarına yatırım yapma stratejimiz oluştu. Ilk bir yıl boyunca bu
felsefe ışığında yatırımlarımızı yaptıktan sonra 2001 yılından itibaren
mevcut yatırımlarımızın büyümesine odaklandık ve şu anda bu konuda
doğru bir strateji izlediğimizi düşünüyoruz.

Yatırım alanlarınızı seçerken aradığınız özellikler nelerdir..? Sizin rolünüz ne olmaktadır..?

Öncelikle üretilen servisin müşteriler için gerçekten bir artı
değer yaratması koşulunu arıyoruz. Ayrıca yapılacak yatırımla geniş bir
sektörü kapsayacak fırsatları değerlendirebilmeliyiz. Bunun yanında
tabii ki girişimci kadronun konusunda bilgili ve yeterince tecrübeli
olması gereği sözkonusudur.

Yeni projeler geliştiren ve iştiraklerinin büyümesi için ihtiyaç
duydukları sermayeyi sağlayan iLab Holding, iştirak ettiği şirketler
bünyesinde operasyonel anlamda bir rol oynamayı değil, güvenilir ve
eşit bir iş ortağı olmayı hedeflemektedir. İlab Holding ortağı olduğu
kuruluşlara, yönetim, strateji ve pazarlama gibi alanlardaki birikim ve
deneyimlerini aktarmaktadır.

iLab Holding bünyesindeki diğer şirketler hangileri ? Gelecek vizyonu
nasıl çiziliyor? Vizyon çerçevesinde firmalarınızın hangi alanlara
odaklanması planlandı?

iLab Holding A.Ş. bünyesinde, Sigortam.net yanında e-iş
projelerinde uzmanlaşan Treda, kimya-plastik e-pazaryeri ChemOrbis ve
demir-çelik sektörü e-pazaryeri Steelorbis şirketleri bulunmaktadır.
Kariyer.net ve Kariyerakademi.net de iLab Holding iştirakleridir.

Bir şirket için başarılı bir yatırımın anahtarının insan kaynağı
olduğuna inanıyoruz. Şirketlerimiz öncelikli olarak gelişen yüksek
teknoloji imkanlarını kullanarak, müşteri istek ve beklentilerini
karşılamak suretiyle % 100 müşteri memnuniyetini hedeflemektedir. Bilgi
birikimimiz ve holding içindeki tecrübelerimiz bizim vizyonumuzu
oluşturmaktadır. Bu vizyon doğrultusunda amacımız hem çalışanlarımız,
hem iş ortaklarımız, hem de bizim için çok değerli olan
müşterilerimizle, zaman içinde karşılıklı güven ve saygıya dayalı güçlü
ilişkiler kurmaktır.

Verdiğiniz bu bilgilerden dolayı teşekkür ederiz.


En son GeCe YaRıSı tarafından Ptsi Ara. 14, 2009 1:05 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
GeCe YaRıSı
Çaylak
Çaylak
GeCe YaRıSı


Kadın
Mesaj Sayısı : 1200
Yaş : 105
Kayıt tarihi : 29/07/09

Röportaj Konu Anlatımı ve Örnekler Empty
MesajKonu: Geri: Röportaj Konu Anlatımı ve Örnekler   Röportaj Konu Anlatımı ve Örnekler Icon_minitimePtsi Ara. 14, 2009 1:01 am

(playboy_91)

Samimi olmayan şarkı kalıcı olmaz] Hepimizin hayatında bir Fikret Şeneş
şarkısı muhakkak vardır. Kimi zaman “Haykıracak nefesim kalmasa bile”
kimi zaman “Yeniden başlasın, burada kalmasın” kimi zaman “Kimler geldi
kimler geçti hayatımdan” kimi zaman “Hoşgörsen affet gitsin aldırma”
kimi zaman “Gel de gör beni bambaşka biri” kimi zaman da “Bana yalan
söylediler kaderden söz etmediler” demişizdir. Bunları söylemediğinizi
düşünüyorsanız muhakkak “Bir başkadır benim memleketim” demişsinizdir.
Gördünüz mü muhakkak hepimizin bir Fikret Şeneş şarkısı varmış.
Söyleşi: Hakan Eren / AKORT dergisinde yayınlanmıştır.
Türk Popu’nun ilk kadın söz yazarı Fikret Şeneş en son 1996 yılında
Ajda Pekkan için “Bir Hata” adlı şarkıyı yazmış. Ondan beri söz
yazmıyor. Türk Popu’na 290′a yakın eser bırakmış. Başta Ajda Pekkan
olmak üzere Semiramis Pekkan, Sevda Karaca, Işıl Yücesoy, Zerrin Özer,
Nilüfer, Semiha Yankı, Ayla Dikmen, Neco, Zaliha, Tanju Okan, Sibel
Egemen, Şenay, Ayten Alpman, Selçuk Ural, Gönül Yazar, Gökhan gibi
birçok önemli yorumcu Fikret Şeneş’in yazdığı şarkı sözlerini plak
yapmışlar. Yazdığı tüm şarkılar aradan uzun yıllar geçmesine rağmen
hala dillerde ve kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Kalıcı olmanın en önemli
örneği Fikret Şeneş bakın neler söyledi…
Şimdiki yazılan şarkı sözlerini nasıl buluyorsunuz?
Şimdi yazılan şarkı sözlerinin uygunsuz olmalarının sebebini TRT’ye
yüklüyorum. Çünkü eskide TRT bizim en ufak bir Türkçe hatası olan veya
sakıncalı bir mana ifade edecek sözleri içeren şarkıları hemen durdurur
denetimden geçirmezdi. Ama şimdi önüne gelen her türlü kelimeden her
türlü argo sözlerden şarkı yapıyor. Yani Türkçe’mizi rezil etmek için
ne lazımsa yapıyorlar. Ama müstehcen olsun ama argo olsun ama Türkçe’si
yanlış olsun veya cümle tersinden söylenmiş mühim değil yeter ki orada
bir “Salla” bulunacak, ya “Mucck” ya da “Şaka Şuka” diyecek. “Şak Şuka”
çok güzel aslında çünkü bir çingenenin yaptığı şarkı ve bir çingene
gecesinde söylendiği zaman veya bir göbek atarken fevkalade uygun. Ama
bir TV için uygun olduğunu düşünemiyorum. Sadece müzikalite açısından
yoksa ben bile bayılıyorum. O kadar güzel çalışmışlar ki hakikaten dans
show görüyorsun.
Bir şarkının kalıcı olması için ne yapılması gerekir? Sizin yazdığınız
şarkılar hala her yerde söyleniyor. Şarkılarınız bu kadar kalıcı
olacağını hissetmiş miydiniz?
Tabii kalıcı olacağını hissettim çünkü onlar bir hayatın yaşanmışları.
Ben kırkımdan sonra başladım. O yaşa kadar gelen hislerin bir
süzülmesidir tüm bu sözler. Bunları yaşayacaksın ki ayna gibi her insan
kendinden bir parça bulabilsin şarkının içinde. Ya acılarını bulur, ya
sevgisini, ya aşkından ya da özleminden bir şeyler bulur. “Aaaa tıpkı
bak bu benim için yazılmış” diyebildiği zaman o şarkı artık kalıcıdır.
Bir şarkının kalıcı olması için şarkı sözünün çok samimi ve hakikaten
yaşanmış olması lazım. Yaşamamış olan şarkı sözü yazamaz ama şiir
yazar. Şarkı sözü yazamaz çünkü müzikten etkilenmesi lazım. Bugün
müzikten daha önemlidir söz.
Yıllar önce yazdığınız şarkılarınız yeniden başka yorumcular tarafından
cover yapılarak albümlere konuluyor. Bunları nasıl karşılıyorsunuz?
Beğeniyor musunuz?
Beğeniyorum ama zavallılar zamana uyacağım diye onlara ne verilirse onu
okuyorlar. Ben zamanında bu şarkıyı yazarken uygun yorumcuya
vermişimdir şarkıyı mesela bir “Ne de Olsa Karın”ı Ayla Algan okumuştur
niye Ajda Pekkan’a vermemişimdir? Ona uymaz diye. Şimdi başkası
okuduğunda dinlemem lazım iyi okuyor mu diye. Hakikaten hissederek
okumak lazım. Buyursun okusun.
Siz hep anlatırsınız bir şarkınızın yazılmasının aylar sürdüğünü oysa
şimdi şarkılar daha çabuk yazılıyor gibi. Sizin şarkılarınızın farkı
burada galiba…
Hayır beste yok ki ortada. Do’yu oradan re’yi oradan çalacak nasıl
kelimeleri oradan buradan aşırıyorlarsa onlar da müzikleri laylaylom
işte Arap müziği Avrupa müziğini takip ediyorlar. Benim bir çok
şarkımın kelimelerinden şarkı yapmışlardır. Şimdi aradaki fark nedir
biliyor musun? Benim müziği çok iyi bilmem. Sesimin çok güzel
olmasından dolayı bir konservatuar okumuş, bir özel ders almış olmam ki
hakikaten çok değerli bir konservatuar hocasından ders aldım. O zamanki
Amerikalı müzik hocamız bize müzikal olmayan bir kelimenin şarkıya
girmeyeceğini öğretmişti. Eğer her kelime şarkıya girebilseydi o zaman
şairlerden bizlere lüzum kalmazdı ki. O kadar başarılı şairlerimiz var
ama öyle kelimeler var ki şarkıya uymayabilir. En yüksek tonda
çıkamayabilirsin o kelimeyle. Hiç farkında olmadan Amerikalı müzik
hocama çok şeyler borçluyum. Çünkü söz yazarlığının bir okulu yok ama
ben bu eğitimi almışım İngilizce olarak. Ahenkli kelimeler olması lazım
diyor şarkıda. “Kalbinden beni at” o T harfini düşünebiliyor musun? T
harfinin sona gelmemesi lazım. Ya G harfinden başlayan herhangi bir
cümle “Göö” diye giriyor. “Gööözlerinin”… Ne kadar çirkin, olabilir mi
böyle bir şey?
Türk popuna baktığımız zaman en büyük hitleri çıkaran söz yazarlarının
kadın olduğunu görüyoruz. Tesadüf müdür bu, yoksa kadınlar daha iyi söz
yazıyor mu demeliyiz?
Çünkü aşka kadınlar daha çok değer veriyor. İki Fransız şair var
birbirlerine çok aşıklar ve şiirlerle yazışıyorlar. Kadından aşkın
tarifi çıkıyor. Diyor ki “Aşk bir kadının bütün hayatıdır, erkeğin
varlığının bir parçasıdır.” Düşünebiliyor musunuz bir kadının bütün
hayatı, bütün dünyası. Erkek herhangi bir şekilde dışarıda bir şey
yaptığında asıl aşık olan kadına nelerin tesir ettiğinin farkında bile
değil. Lalettayin dışarıda yaptığı bir şey gibi addediyor kendini. Bu
demektir ki , kadının daha iyi mi söz yazarlığının dışında kadının
haleti ruhiyesinin daha ince, daha kırılgan, daha sadık olduğudur. Ama
bu dediğin Türk popundaki tesadüftür yoksa başarılı erkek söz yazarları
da var.
Erkek söz yazarlarını nasıl buluyorsunuz?
Benim çok beğendiğim daha Almanyalar da iken şiirlerini kestiğim Ahmet
Selçuk İlkan var ki ne şahane bir şairdi geldi buraya arabeskçi oldu.
Hadi buradan buyurun. Yazık oldu. Kayahan da dikkatimi çeker ama
Kayahan hiçbir zaman bana samimi gelmemiştir. Sanki biraz zorlamalı
gibi. Normal bir hayatın gidişatı gibi gözükmez bana hayatı her
nedense. Sahnede de ömrümde bir kere izledim o zaman ismi bile yoktu
ortada. Arnavutköy’de aralık bir sokakta 2.katta bir yerde şarkı
söylüyordu oraya gittiydim. Orada da itti beni samimi gelseydi
çekecekti belki. Barış Manço da aynı şekilde samimi gelmedi bana. Kenan
Doğulu çok tabii geliyor bana biliyor musunuz? Hakikaten hisseder
hissetmez hemen yazıyor ama parçalıyor kendini onu sana da sevdirsin
diye. Hep aynı şey hatta bugün Şenay Düdek’te de okudum diyor ki
“Yorgun düşüyorum Kenan’ı dinlerken. Adam kendini parçalıyor”. Bana da
sordu bir gün “Nasıl buldun Fikret abla” diye. Oğlum niye paralıyorsun
kendini. Bak millet doldurmuş burayı seni dinlemeye zaten gelmiş. Ehh
şarkıların da güzel niye kendini bu kadar parçalıyorsun dedim.
Peki sizce şarkı söylemek bağırmak demek midir?
Hayır. Hayır. Hayır… Fısıldamak demek, konuşmak demek. Biraz da Rap
türü bundan çıktı. Konuşuyor diyorlar ya. Nereden çıktı buradan çıktı.
Bağırmadan küçük sesle şarkı söylemek dünyanın en güç işidir. Şarkı
söylemek zaten sanatın en güç dalıdır. Şarkıyı söyletmiyorlar
bağırttırıyorlar aslında. Zerrin Özer’i sesini işte öyle yıktılar,
mahvettiler. Zerrin Özer’in sesi Türkiye’ye az gelmiş seslerdendir.
Batı olarak da diğer seçtiği dallar olarak da. Fakat bağırtırlar kızı
illa ki. Nilüfer’i de bağırtmışlardır fakat “Ben Seni Seven Kadın”da
bağırtmadan söylettim. O zamanki kocası Yeşil Giresunlu “Fikret hanım
tebrik ederim sizi bana bir şarkıcı kazandırdınız” dedi. Çünkü ilk defa
bağırtıp çağırtmadan Nilüfer’e şarkı söylettim. İşte bunları
bağırtanlar müzik yapımcıları. Bağırsın da sesi çıksın ki satacak.
Olmaz böyle şey.
Sizin zamanınızda klip yoktu. Acaba şarkılarınıza nasıl klip çekilirdi düşündünüz mü?
Valla bilemiyorum ama bir siyahlı kadın herhalde oturacaktı böyle
elinde bir kırmızı gül. Oturduğu yerde hani ilk Zuhal Olcay’ın çıktığı
gibi sahnenin ortasında durup şarkılarını icra edecekti. Ve ne kadar
güzel dinlenecekti. Zuhal Olcay ilk çıktığı zaman “Yalnızlığım”ı
söylediği zaman mest olmuştum. Hep öyle dümdüz siyah bir elbise ile
çıktı sahnenin ortasında durdu. Tüm şarkılarını söyledi ve çıktı. Biz
böyle aşılanmış falan gibi kaldık. Benim için Zuhal Olcay iyi tiyatro
sanatçısı olmasının yanında iyi de bir şarkıcıdır.
Şimdi eskiden haklarınızı koruyacak bir MESAM bir MSG gibi meslek
kuruluşları yoktu. Haklarınızı sanatçılardan mı alırdınız? Nereden
alırdınız?
Sanatçılardan değil şirketlerden alırdık. Konuşurduk şirketten alırdık
250 Lira. Sonradan 3.000 Liraya çıktı çok pahalandı dediler. Şimdi
konserlerde de almaya başladık. “Memleketim” şarkısı bile yeterdi
aslında. Düşünsenize önüne gelen herkes söyledi. Şimdi de okullara
vermişler. Okullarda okutuluyor ezberletiliyor ve hükümet benden izin
almadığı gibi ne de bir teşekkür etti. Sadece kullanıyorlar güzel
güzel. Ondan sonra da uyduruyorlar. Geçtiğimiz yıllarda TRT’de bir
konserde “Memleketim” söylendikten sonra altına Mehmet Akif Ersoy
yazdılar. Tam çıldırıyordum onun için hemen aradım TRT’yi “Bu İsrail
halk şarkısıdır sözlerini de ben yazdım” diye.
Gençlerin iyi söz yazabilmeleri için ne gibi tavsiyelerde bulunacaksınız?
Gençler iyi söz yazamaz. Çünkü yazması için yaşaması lazım. Nasıl bir
meyve olgunlaşmadan düşüp yenmiyorsa gençler de hissedemez daha. Ancak
idealist laflar ederler o da sakıncalı bulunur zülfüyare dokundu diye.
Onun hissettikleri orta yaşın hissettiklerine uymaz. Hayatı bilmiyor
daha yaşaması lazım.,

(starahmet_1905)

öyleşi: Hakan Eren / AKORT dergisinde yayınlanmıştır.

Türk Popu’nun ilk kadın söz yazarı Fikret Şeneş en son 1996 yılında
Ajda Pekkan için “Bir Hata” adlı şarkıyı yazmış. Ondan beri söz
yazmıyor. Türk Popu’na 290′a yakın eser bırakmış. Başta Ajda Pekkan
olmak üzere Semiramis Pekkan, Sevda Karaca, Işıl Yücesoy, Zerrin Özer,
Nilüfer, Semiha Yankı, Ayla Dikmen, Neco, Zaliha, Tanju Okan, Sibel
Egemen, Şenay, Ayten Alpman, Selçuk Ural, Gönül Yazar, Gökhan gibi
birçok önemli yorumcu Fikret Şeneş’in yazdığı şarkı sözlerini plak
yapmışlar. Yazdığı tüm şarkılar aradan uzun yıllar geçmesine rağmen
hala dillerde ve kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Kalıcı olmanın en önemli
örneği Fikret Şeneş bakın neler söyledi…

Şimdiki yazılan şarkı sözlerini nasıl buluyorsunuz?

Şimdi yazılan şarkı sözlerinin uygunsuz olmalarının sebebini TRT’ye
yüklüyorum. Çünkü eskide TRT bizim en ufak bir Türkçe hatası olan veya
sakıncalı bir mana ifade edecek sözleri içeren şarkıları hemen durdurur
denetimden geçirmezdi. Ama şimdi önüne gelen her türlü kelimeden her
türlü argo sözlerden şarkı yapıyor. Yani Türkçe’mizi rezil etmek için
ne lazımsa yapıyorlar. Ama müstehcen olsun ama argo olsun ama Türkçe’si
yanlış olsun veya cümle tersinden söylenmiş mühim değil yeter ki orada
bir “Salla” bulunacak, ya “Mucck” ya da “Şaka Şuka” diyecek. “Şak Şuka”
çok güzel aslında çünkü bir çingenenin yaptığı şarkı ve bir çingene
gecesinde söylendiği zaman veya bir göbek atarken fevkalade uygun. Ama
bir TV için uygun olduğunu düşünemiyorum. Sadece müzikalite açısından
yoksa ben bile bayılıyorum. O kadar güzel çalışmışlar ki hakikaten dans
show görüyorsun.

Bir şarkının kalıcı olması için ne yapılması gerekir? Sizin yazdığınız
şarkılar hala her yerde söyleniyor. Şarkılarınız bu kadar kalıcı
olacağını hissetmiş miydiniz?

Tabii kalıcı olacağını hissettim çünkü onlar bir hayatın yaşanmışları.
Ben kırkımdan sonra başladım. O yaşa kadar gelen hislerin bir
süzülmesidir tüm bu sözler. Bunları yaşayacaksın ki ayna gibi her insan
kendinden bir parça bulabilsin şarkının içinde. Ya acılarını bulur, ya
sevgisini, ya aşkından ya da özleminden bir şeyler bulur. “Aaaa tıpkı
bak bu benim için yazılmış” diyebildiği zaman o şarkı artık kalıcıdır.
Bir şarkının kalıcı olması için şarkı sözünün çok samimi ve hakikaten
yaşanmış olması lazım. Yaşamamış olan şarkı sözü yazamaz ama şiir
yazar. Şarkı sözü yazamaz çünkü müzikten etkilenmesi lazım. Bugün
müzikten daha önemlidir söz.

Yıllar önce yazdığınız şarkılarınız yeniden başka yorumcular tarafından
cover yapılarak albümlere konuluyor. Bunları nasıl karşılıyorsunuz?
Beğeniyor musunuz?

Beğeniyorum ama zavallılar zamana uyacağım diye onlara ne verilirse onu
okuyorlar. Ben zamanında bu şarkıyı yazarken uygun yorumcuya
vermişimdir şarkıyı mesela bir “Ne de Olsa Karın”ı Ayla Algan okumuştur
niye Ajda Pekkan’a vermemişimdir? Ona uymaz diye. Şimdi başkası
okuduğunda dinlemem lazım iyi okuyor mu diye. Hakikaten hissederek
okumak lazım. Buyursun okusun.

Siz hep anlatırsınız bir şarkınızın yazılmasının aylar sürdüğünü oysa
şimdi şarkılar daha çabuk yazılıyor gibi. Sizin şarkılarınızın farkı
burada galiba…

Hayır beste yok ki ortada. Do’yu oradan re’yi oradan çalacak nasıl
kelimeleri oradan buradan aşırıyorlarsa onlar da müzikleri laylaylom
işte Arap müziği Avrupa müziğini takip ediyorlar. Benim bir çok
şarkımın kelimelerinden şarkı yapmışlardır. Şimdi aradaki fark nedir
biliyor musun? Benim müziği çok iyi bilmem. Sesimin çok güzel
olmasından dolayı bir konservatuar okumuş, bir özel ders almış olmam ki
hakikaten çok değerli bir konservatuar hocasından ders aldım. O zamanki
Amerikalı müzik hocamız bize müzikal olmayan bir kelimenin şarkıya
girmeyeceğini öğretmişti. Eğer her kelime şarkıya girebilseydi o zaman
şairlerden bizlere lüzum kalmazdı ki. O kadar başarılı şairlerimiz var
ama öyle kelimeler var ki şarkıya uymayabilir. En yüksek tonda
çıkamayabilirsin o kelimeyle. Hiç farkında olmadan Amerikalı müzik
hocama çok şeyler borçluyum. Çünkü söz yazarlığının bir okulu yok ama
ben bu eğitimi almışım İngilizce olarak. Ahenkli kelimeler olması lazım
diyor şarkıda. “Kalbinden beni at” o T harfini düşünebiliyor musun? T
harfinin sona gelmemesi lazım. Ya G harfinden başlayan herhangi bir
cümle “Göö” diye giriyor. “Gööözlerinin”… Ne kadar çirkin, olabilir mi
böyle bir şey?

Türk popuna baktığımız zaman en büyük hitleri çıkaran söz yazarlarının
kadın olduğunu görüyoruz. Tesadüf müdür bu, yoksa kadınlar daha iyi söz
yazıyor mu demeliyiz?

Çünkü aşka kadınlar daha çok değer veriyor. İki Fransız şair var
birbirlerine çok aşıklar ve şiirlerle yazışıyorlar. Kadından aşkın
tarifi çıkıyor. Diyor ki “Aşk bir kadının bütün hayatıdır, erkeğin
varlığının bir parçasıdır.” Düşünebiliyor musunuz bir kadının bütün
hayatı, bütün dünyası. Erkek herhangi bir şekilde dışarıda bir şey
yaptığında asıl aşık olan kadına nelerin tesir ettiğinin farkında bile
değil. Lalettayin dışarıda yaptığı bir şey gibi addediyor kendini. Bu
demektir ki , kadının daha iyi mi söz yazarlığının dışında kadının
haleti ruhiyesinin daha ince, daha kırılgan, daha sadık olduğudur. Ama
bu dediğin Türk popundaki tesadüftür yoksa başarılı erkek söz yazarları
da var.

Erkek söz yazarlarını nasıl buluyorsunuz?

Benim çok beğendiğim daha Almanyalar da iken şiirlerini kestiğim Ahmet
Selçuk İlkan var ki ne şahane bir şairdi geldi buraya arabeskçi oldu.
Hadi buradan buyurun. Yazık oldu. Kayahan da dikkatimi çeker ama
Kayahan hiçbir zaman bana samimi gelmemiştir. Sanki biraz zorlamalı
gibi. Normal bir hayatın gidişatı gibi gözükmez bana hayatı her
nedense. Sahnede de ömrümde bir kere izledim o zaman ismi bile yoktu
ortada. Arnavutköy’de aralık bir sokakta 2.katta bir yerde şarkı
söylüyordu oraya gittiydim. Orada da itti beni samimi gelseydi
çekecekti belki. Barış Manço da aynı şekilde samimi gelmedi bana. Kenan
Doğulu çok tabii geliyor bana biliyor musunuz? Hakikaten hisseder
hissetmez hemen yazıyor ama parçalıyor kendini onu sana da sevdirsin
diye. Hep aynı şey hatta bugün Şenay Düdek’te de okudum diyor ki
“Yorgun düşüyorum Kenan’ı dinlerken. Adam kendini parçalıyor”. Bana da
sordu bir gün “Nasıl buldun Fikret abla” diye. Oğlum niye paralıyorsun
kendini. Bak millet doldurmuş burayı seni dinlemeye zaten gelmiş. Ehh
şarkıların da güzel niye kendini bu kadar parçalıyorsun dedim.

Peki sizce şarkı söylemek bağırmak demek midir?

Hayır. Hayır. Hayır… Fısıldamak demek, konuşmak demek. Biraz da Rap
türü bundan çıktı. Konuşuyor diyorlar ya. Nereden çıktı buradan çıktı.
Bağırmadan küçük sesle şarkı söylemek dünyanın en güç işidir. Şarkı
söylemek zaten sanatın en güç dalıdır. Şarkıyı söyletmiyorlar
bağırttırıyorlar aslında. Zerrin Özer’i sesini işte öyle yıktılar,
mahvettiler. Zerrin Özer’in sesi Türkiye’ye az gelmiş seslerdendir.
Batı olarak da diğer seçtiği dallar olarak da. Fakat bağırtırlar kızı
illa ki. Nilüfer’i de bağırtmışlardır fakat “Ben Seni Seven Kadın”da
bağırtmadan söylettim. O zamanki kocası Yeşil Giresunlu “Fikret hanım
tebrik ederim sizi bana bir şarkıcı kazandırdınız” dedi. Çünkü ilk defa
bağırtıp çağırtmadan Nilüfer’e şarkı söylettim. İşte bunları
bağırtanlar müzik yapımcıları. Bağırsın da sesi çıksın ki satacak.
Olmaz böyle şey.

Sizin zamanınızda klip yoktu. Acaba şarkılarınıza nasıl klip çekilirdi düşündünüz mü?

Valla bilemiyorum ama bir siyahlı kadın herhalde oturacaktı böyle
elinde bir kırmızı gül. Oturduğu yerde hani ilk Zuhal Olcay’ın çıktığı
gibi sahnenin ortasında durup şarkılarını icra edecekti. Ve ne kadar
güzel dinlenecekti. Zuhal Olcay ilk çıktığı zaman “Yalnızlığım”ı
söylediği zaman mest olmuştum. Hep öyle dümdüz siyah bir elbise ile
çıktı sahnenin ortasında durdu. Tüm şarkılarını söyledi ve çıktı. Biz
böyle aşılanmış falan gibi kaldık. Benim için Zuhal Olcay iyi tiyatro
sanatçısı olmasının yanında iyi de bir şarkıcıdır.

Şimdi eskiden haklarınızı koruyacak bir MESAM bir MSG gibi meslek
kuruluşları yoktu. Haklarınızı sanatçılardan mı alırdınız? Nereden
alırdınız?

Sanatçılardan değil şirketlerden alırdık. Konuşurduk şirketten alırdık
250 Lira. Sonradan 3.000 Liraya çıktı çok pahalandı dediler. Şimdi
konserlerde de almaya başladık. “Memleketim” şarkısı bile yeterdi
aslında. Düşünsenize önüne gelen herkes söyledi. Şimdi de okullara
vermişler. Okullarda okutuluyor ezberletiliyor ve hükümet benden izin
almadığı gibi ne de bir teşekkür etti. Sadece kullanıyorlar güzel
güzel. Ondan sonra da uyduruyorlar. Geçtiğimiz yıllarda TRT’de bir
konserde “Memleketim” söylendikten sonra altına Mehmet Akif Ersoy
yazdılar. Tam çıldırıyordum onun için hemen aradım TRT’yi “Bu İsrail
halk şarkısıdır sözlerini de ben yazdım” diye.

Gençlerin iyi söz yazabilmeleri için ne gibi tavsiyelerde bulunacaksınız?

Gençler iyi söz yazamaz. Çünkü yazması için yaşaması lazım. Nasıl bir
meyve olgunlaşmadan düşüp yenmiyorsa gençler de hissedemez daha. Ancak
idealist laflar ederler o da sakıncalı bulunur zülfüyare dokundu diye.
Onun hissettikleri orta yaşın hissettiklerine uymaz. Hayatı bilmiyor
daha yaşaması lazım.

(sivaslı hicran)

Söyleşi: Hakan Eren / AKORT dergisinde yayınlanmıştır.

Türk Popu'nun ilk kadın söz yazarı Fikret Şeneş en son 1996 yılında
Ajda Pekkan için "Bir Hata" adlı şarkıyı yazmış. Ondan beri söz
yazmıyor. Türk Popu'na 290'a yakın eser bırakmış. Başta Ajda Pekkan
olmak üzere Semiramis Pekkan, Sevda Karaca, Işıl Yücesoy, Zerrin Özer,
Nilüfer, Semiha Yankı, Ayla Dikmen, Neco, Zaliha, Tanju Okan, Sibel
Egemen, Şenay, Ayten Alpman, Selçuk Ural, Gönül Yazar, Gökhan gibi
birçok önemli yorumcu Fikret Şeneş'in yazdığı şarkı sözlerini plak
yapmışlar. Yazdığı tüm şarkılar aradan uzun yıllar geçmesine rağmen
hala dillerde ve kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Kalıcı olmanın en önemli
örneği Fikret Şeneş bakın neler söyledi...

Şimdiki yazılan şarkı sözlerini nasıl buluyorsunuz?

Şimdi yazılan şarkı sözlerinin uygunsuz olmalarının sebebini TRT'ye
yüklüyorum. Çünkü eskide TRT bizim en ufak bir Türkçe hatası olan veya
sakıncalı bir mana ifade edecek sözleri içeren şarkıları hemen durdurur
denetimden geçirmezdi. Ama şimdi önüne gelen her türlü kelimeden her
türlü argo sözlerden şarkı yapıyor. Yani Türkçe'mizi rezil etmek için
ne lazımsa yapıyorlar. Ama müstehcen olsun ama argo olsun ama Türkçe'si
yanlış olsun veya cümle tersinden söylenmiş mühim değil yeter ki orada
bir "Salla" bulunacak, ya "Mucck" ya da "Şaka Şuka" diyecek. "Şak Şuka"
çok güzel aslında çünkü bir çingenenin yaptığı şarkı ve bir çingene
gecesinde söylendiği zaman veya bir göbek atarken fevkalade uygun. Ama
bir TV için uygun olduğunu düşünemiyorum. Sadece müzikalite açısından
yoksa ben bile bayılıyorum. O kadar güzel çalışmışlar ki hakikaten dans
show görüyorsun.

Bir şarkının kalıcı olması için ne yapılması gerekir? Sizin yazdığınız
şarkılar hala her yerde söyleniyor. Şarkılarınız bu kadar kalıcı
olacağını hissetmiş miydiniz?

Tabii kalıcı olacağını hissettim çünkü onlar bir hayatın yaşanmışları.
Ben kırkımdan sonra başladım. O yaşa kadar gelen hislerin bir
süzülmesidir tüm bu sözler. Bunları yaşayacaksın ki ayna gibi her insan
kendinden bir parça bulabilsin şarkının içinde. Ya acılarını bulur, ya
sevgisini, ya aşkından ya da özleminden bir şeyler bulur. "Aaaa tıpkı
bak bu benim için yazılmış" diyebildiği zaman o şarkı artık kalıcıdır.
Bir şarkının kalıcı olması için şarkı sözünün çok samimi ve hakikaten
yaşanmış olması lazım. Yaşamamış olan şarkı sözü yazamaz ama şiir
yazar. Şarkı sözü yazamaz çünkü müzikten etkilenmesi lazım. Bugün
müzikten daha önemlidir söz.

Yıllar önce yazdığınız şarkılarınız yeniden başka yorumcular tarafından
cover yapılarak albümlere konuluyor. Bunları nasıl karşılıyorsunuz?
Beğeniyor musunuz?

Beğeniyorum ama zavallılar zamana uyacağım diye onlara ne verilirse onu
okuyorlar. Ben zamanında bu şarkıyı yazarken uygun yorumcuya
vermişimdir şarkıyı mesela bir "Ne de Olsa Karın"ı Ayla Algan okumuştur
niye Ajda Pekkan'a vermemişimdir? Ona uymaz diye. Şimdi başkası
okuduğunda dinlemem lazım iyi okuyor mu diye. Hakikaten hissederek
okumak lazım. Buyursun okusun.

Siz hep anlatırsınız bir şarkınızın yazılmasının aylar sürdüğünü oysa
şimdi şarkılar daha çabuk yazılıyor gibi. Sizin şarkılarınızın farkı
burada galiba...

Hayır beste yok ki ortada. Do'yu oradan re'yi oradan çalacak nasıl
kelimeleri oradan buradan aşırıyorlarsa onlar da müzikleri laylaylom
işte Arap müziği Avrupa müziğini takip ediyorlar. Benim bir çok
şarkımın kelimelerinden şarkı yapmışlardır. Şimdi aradaki fark nedir
biliyor musun? Benim müziği çok iyi bilmem. Sesimin çok güzel
olmasından dolayı bir konservatuar okumuş, bir özel ders almış olmam ki
hakikaten çok değerli bir konservatuar hocasından ders aldım. O zamanki
Amerikalı müzik hocamız bize müzikal olmayan bir kelimenin şarkıya
girmeyeceğini öğretmişti. Eğer her kelime şarkıya girebilseydi o zaman
şairlerden bizlere lüzum kalmazdı ki. O kadar başarılı şairlerimiz var
ama öyle kelimeler var ki şarkıya uymayabilir. En yüksek tonda
çıkamayabilirsin o kelimeyle. Hiç farkında olmadan Amerikalı müzik
hocama çok şeyler borçluyum. Çünkü söz yazarlığının bir okulu yok ama
ben bu eğitimi almışım İngilizce olarak. Ahenkli kelimeler olması lazım
diyor şarkıda. "Kalbinden beni at" o T harfini düşünebiliyor musun? T
harfinin sona gelmemesi lazım. Ya G harfinden başlayan herhangi bir
cümle "Göö" diye giriyor. "Gööözlerinin"... Ne kadar çirkin, olabilir
mi böyle bir şey?

Türk popuna baktığımız zaman en büyük hitleri çıkaran söz yazarlarının
kadın olduğunu görüyoruz. Tesadüf müdür bu, yoksa kadınlar daha iyi söz
yazıyor mu demeliyiz?

Çünkü aşka kadınlar daha çok değer veriyor. İki Fransız şair var
birbirlerine çok aşıklar ve şiirlerle yazışıyorlar. Kadından aşkın
tarifi çıkıyor. Diyor ki "Aşk bir kadının bütün hayatıdır, erkeğin
varlığının bir parçasıdır." Düşünebiliyor musunuz bir kadının bütün
hayatı, bütün dünyası. Erkek herhangi bir şekilde dışarıda bir şey
yaptığında asıl aşık olan kadına nelerin tesir ettiğinin farkında bile
değil. Lalettayin dışarıda yaptığı bir şey gibi addediyor kendini. Bu
demektir ki , kadının daha iyi mi söz yazarlığının dışında kadının
haleti ruhiyesinin daha ince, daha kırılgan, daha sadık olduğudur. Ama
bu dediğin Türk popundaki tesadüftür yoksa başarılı erkek söz yazarları
da var.

Erkek söz yazarlarını nasıl buluyorsunuz?

Benim çok beğendiğim daha Almanyalar da iken şiirlerini kestiğim Ahmet
Selçuk İlkan var ki ne şahane bir şairdi geldi buraya arabeskçi oldu.
Hadi buradan buyurun. Yazık oldu. Kayahan da dikkatimi çeker ama
Kayahan hiçbir zaman bana samimi gelmemiştir. Sanki biraz zorlamalı
gibi. Normal bir hayatın gidişatı gibi gözükmez bana hayatı her
nedense. Sahnede de ömrümde bir kere izledim o zaman ismi bile yoktu
ortada. Arnavutköy'de aralık bir sokakta 2.katta bir yerde şarkı
söylüyordu oraya gittiydim. Orada da itti beni samimi gelseydi
çekecekti belki. Barış Manço da aynı şekilde samimi gelmedi bana. Kenan
Doğulu çok tabii geliyor bana biliyor musunuz? Hakikaten hisseder
hissetmez hemen yazıyor ama parçalıyor kendini onu sana da sevdirsin
diye. Hep aynı şey hatta bugün Şenay Düdek'te de okudum diyor ki
"Yorgun düşüyorum Kenan'ı dinlerken. Adam kendini parçalıyor". Bana da
sordu bir gün "Nasıl buldun Fikret abla" diye. Oğlum niye paralıyorsun
kendini. Bak millet doldurmuş burayı seni dinlemeye zaten gelmiş. Ehh
şarkıların da güzel niye kendini bu kadar parçalıyorsun dedim.

Peki sizce şarkı söylemek bağırmak demek midir?

Hayır. Hayır. Hayır... Fısıldamak demek, konuşmak demek. Biraz da Rap
türü bundan çıktı. Konuşuyor diyorlar ya. Nereden çıktı buradan çıktı.
Bağırmadan küçük sesle şarkı söylemek dünyanın en güç işidir. Şarkı
söylemek zaten sanatın en güç dalıdır. Şarkıyı söyletmiyorlar
bağırttırıyorlar aslında. Zerrin Özer'i sesini işte öyle yıktılar,
mahvettiler. Zerrin Özer'in sesi Türkiye'ye az gelmiş seslerdendir.
Batı olarak da diğer seçtiği dallar olarak da. Fakat bağırtırlar kızı
illa ki. Nilüfer'i de bağırtmışlardır fakat "Ben Seni Seven Kadın"da
bağırtmadan söylettim. O zamanki kocası Yeşil Giresunlu "Fikret hanım
tebrik ederim sizi bana bir şarkıcı kazandırdınız" dedi. Çünkü ilk defa
bağırtıp çağırtmadan Nilüfer'e şarkı söylettim. İşte bunları
bağırtanlar müzik yapımcıları. Bağırsın da sesi çıksın ki satacak.
Olmaz böyle şey.

Sizin zamanınızda klip yoktu. Acaba şarkılarınıza nasıl klip çekilirdi düşündünüz mü?

Valla bilemiyorum ama bir siyahlı kadın herhalde oturacaktı böyle
elinde bir kırmızı gül. Oturduğu yerde hani ilk Zuhal Olcay'ın çıktığı
gibi sahnenin ortasında durup şarkılarını icra edecekti. Ve ne kadar
güzel dinlenecekti. Zuhal Olcay ilk çıktığı zaman "Yalnızlığım"ı
söylediği zaman mest olmuştum. Hep öyle dümdüz siyah bir elbise ile
çıktı sahnenin ortasında durdu. Tüm şarkılarını söyledi ve çıktı. Biz
böyle aşılanmış falan gibi kaldık. Benim için Zuhal Olcay iyi tiyatro
sanatçısı olmasının yanında iyi de bir şarkıcıdır.

Şimdi eskiden haklarınızı koruyacak bir MESAM bir MSG gibi meslek
kuruluşları yoktu. Haklarınızı sanatçılardan mı alırdınız? Nereden
alırdınız?

Sanatçılardan değil şirketlerden alırdık. Konuşurduk şirketten alırdık
250 Lira. Sonradan 3.000 Liraya çıktı çok pahalandı dediler. Şimdi
konserlerde de almaya başladık. "Memleketim" şarkısı bile yeterdi
aslında. Düşünsenize önüne gelen herkes söyledi. Şimdi de okullara
vermişler. Okullarda okutuluyor ezberletiliyor ve hükümet benden izin
almadığı gibi ne de bir teşekkür etti. Sadece kullanıyorlar güzel
güzel. Ondan sonra da uyduruyorlar. Geçtiğimiz yıllarda TRT'de bir
konserde "Memleketim" söylendikten sonra altına Mehmet Akif Ersoy
yazdılar. Tam çıldırıyordum onun için hemen aradım TRT'yi "Bu İsrail
halk şarkısıdır sözlerini de ben yazdım" diye.

Gençlerin iyi söz yazabilmeleri için ne gibi tavsiyelerde bulunacaksınız?

Gençler iyi söz yazamaz. Çünkü yazması için yaşaması lazım. Nasıl bir
meyve olgunlaşmadan düşüp yenmiyorsa gençler de hissedemez daha. Ancak
idealist laflar ederler o da sakıncalı bulunur zülfüyare dokundu diye.
Onun hissettikleri orta yaşın hissettiklerine uymaz. Hayatı bilmiyor
daha yaşaması lazım.

FİKRET ŞENEŞ NE DEDİ?..

AJDA PEKKAN

Ajda Pekkan sahneler için yaratılmış. Hakikaten sahneleri dolduran
yegane batı şarkıcımızdır benim için. Bunun yanı sıra dinleyicisine en
çok saygısı olan , en mükemmel şekilde görünmek isteyen bir şarkıcıdır
bir sanatçıdır daha doğrusu. Öylesine saygılıdır ki saçının bir teli
kıvrılsa veya elbisenin bir tarafı ütüsüz olsa katiyen sahneye çıkmaz,
şarkı söylemez. Bu ne demektir , dinleyicisine olan saygısından ileri
gelen bir şeydir. Ve bunların mükemmel olması için elinden geleni
yapar. Bunları yaparken de bazen şarkı sözlerini unutabilir. O kadar
saçıyla başıyla meşguldür ki bir anda kayıverir şarkının sözü ama Ajda
toparlar mühim değildir. Kendine de hep söylediğim gibi benim
şarkılarımın en iyi vitrinidir. Çünkü o şarkılarımı alıp kendi
mükemmeliyetçi kişiliği ile birleştirdiği zaman gayet tabii o şarkı
nazar-ı dikkati cezbeder herkes tarafından tutulur ve sevilir. Ama bir
başkası tarafından da söylense belki aynı alakayı görebilir de
görmeyebilir de. Şarkıcın görüntüsü de çok mühim yoksa önünüze her
gelen sesi güzel birileri de şarkıcı olabilirdi.

SEZEN AKSU

Tanrının hakikaten az insanlara nasip ettiği bir değer benim için.
Fransızların nasıl bir Edith Piaf'ı varsa bizim için de Sezen Aksu aynı
şeydir. O kadar güzel şeyler yaptı ki sonunda daha da tatmin olayım
diye değişik yönlere saptı. O zaman da bizim sevip kabul ettiğimiz
Sezen'i bu değişik türlerin çok azında gördüm. Mesela son şarkısı
"Farkındayım" benim için dünyaya değer bir şarkısıdır. Yalnız şarkının
A'sı ile B'sinin aralarında en ufak bir bağlantısı yok fakat bunu ancak
müziği bilenler anlayabilir. Ama bunu o kadar iyi başarmış ki şarkıyı
dinlerken başka dünyaya gidiyorsunuz.

NÜKHET DURU

Eskiden beri hep özgün besteler diye tutturdu. Fevkalade bir yorumcu
fevkalade bir insandır. Özgün besteler diye tutturdu fakat bizim
memleketimizde tam manasıyla batı müziğinde besteci olarak pek fazla
bir insan göremiyorum. Avrupa mesela hem müziği hem sözü eşit tutar ama
aslında bana sorarsanız söz daha mühimdir. Müzik ne kadar güzel olursa
olsun sözler olmayınca melodi kayar kafanızdan fakat çok güzel bir söz
kafanıza çakılır kalır. Melodisi aklınıza gelmese bile şu sözlü şarkı
nedir diye sorarsınız. Sahnesine gelince kendini o kadar sebatla
yetiştirdi ayrıca çok da hatırşinasdır. Çok severim ve her ne kadar
beraber çalışma imkanımız olmasa bile yine de hep arar sorar ve ben
aradığım zaman hep telefona kendisi çıkar ötekilerde bunu göremezsin.

NİLÜFER

Nilüfer'in sesi her ne kadar çağlayan gibi gürler gözükse de oktavı çok
fazla geniş değildir. Ajda, hele ders aldıktan sonra çok daha iyi
çıkabildi. Gırtlağı daha iyi kullanabilmek için şan dersi şarttır her
zaman. Nilüfer çıkabildiği halde aynı oktavdan fazla dışarı çıkamaz ve
o oktav içindeki şarkıları da çok güzel değerlendirir. Çünkü güzel bir
sesi var temiz bir gırtlağı var. Kendine çok iyi bakar. Benim için
değerlidir.

(hilly)

Ogün Sanlısoy


İLK ALBÜMÜNÜZ KORKMA”YI YENİDEN MÜZİK MARKETLERE, BAZI EKLEMELERLE BİRLİKTE SUNDUNUZ. NEDEN TEKRAR İLK ALBÜMÜ ÇIKARDINIZ?

1999 yılında çıkarmıştım ilk solo albümüm “Korkma”yı sizin de
söylediğiniz gibi. 2004 yılında “O Gün” ve 2006 yılında “Üç”
albümlerimden sonra dinleyicilerden gelen yoğun istek ve albüme
ulaşamama durumlarını görünce bazı değişikliklerle birlikte yeniden
çıkarmaya karar verdik. Yaklaşık 2 yıldır bunun sözünü zaten veriyordum
ve 2007 yılında dinleyicilere ulaştırmış olduk. Bu albümün bir diğer
özelliği de yeni kurmuş olduğumu şirketimiz “Yön” den çıkan ilk albüm
olması.


BU ALBÜMÜN İÇERİSİNDE DİNLEYİCİLER İÇİN SÜRPRİZLERİNİZDE VAR...

Evet. Bu albümde 99 versiyonu orjinal olarak bulunuyor ama buna ek
olarak 3 parçanın yeni düzenlemeleri de yer alıyor. Hayko Cepkin’le
beraber “Korkma” şarkısını yeniden seslendirdik. Bunun dışında hem 99
yılında hem de 2007 yılında albüm hazırlıkları sırasında çektiğimiz
görüntülerden oluşan bir belgeselimiz de bulunuyor.


O ZAMAN DUYURAMADIĞINIZ ŞARKILARI ŞİMDİ YENİDEN GÜNDEME TAŞIYACAKSINIZ GİBİ GÖRÜNÜYOR. İLK KLİP HANGİ PARÇAYA ÇEKİLECEK?

Albümün ilk klibini “Kaybettik Severken” isimli parçanın yeni
versiyonuna çekmeye karar verdik. Ama bir konsept klibi olmayacak. Yine
Dvd içinde bulunan görüntüler ve konserlerdeki özel görüntülerden
oluşan bir klip tasarladık. Gökçe Pehlivanoğlu tarafından hazırlanan
klip yakında ekranlarda olacak ve umarım herkes bizim kadar beğenir.


“KORKMA ARTIK” PİYASADA OLDUĞUNA GÖRE OGÜN SANLISOY YENİ PROJELERE VE YENİ BİR ALBÜME BAŞLAYACAK MI ?

Açıkcası “Korkm”a bizim için bir ara albüm niteliği taşıyor. Uzun
zamandır bir akustik çalışma yapmak istiyordum. Heralde artık onun da
zamanı geldi ve üzerinde çalışmaya başlamayı düşünüyorum


-------------------------------------------------

Ad, soyad, yaş, baş, memleket gibi bilgileri alalım önce. Ne kadar detay vermek istersen...
Adım Banu. Yaşım nüfus cüzdanına göre 50 ise de ben hala kendimi
yirmili yaşlarda hissediyorum. Zaten yaşin başın bir önemi de yok
yoldan çıkmak için.Virüsün bulaşmasına bakar bu iş.

Türkiyeliyim diyorum ama ben bunu dünyalıyım diye değiştirmek de
istiyorum. Bildiğiniz bir nüfus memurluğu var mı baş vursam
değiştirirler mi acaba?

Burcunu da söyle bir zahmet, istatistiklerden ilginç bir sonuç çıkar belki
Hahhaaa işin en komik yanı da bu. Uzun yıllar kova denmiş ve kendimi
tam bir kovalığa adapte edip bütünleştirmişken sonra yapılan uzun
araştırma ve tartışmalar sonucu birden kendimi balık olarak buldum.İşin
iyi veya kötü tarafımı bilmem ama yükselenim de balık. Balık etindeyim
de.Oradan uyanmam gerekirdi.

Ne zaman yoldan çıktın?
Ekim 2007 tarihinde düştüm yollara. Ekim 2008 de de döndüm kürkçü dükkanına. Keşke daha uzun olsaydı dönmeseydim diyorum.

Yoldan çıkmadan önce ne yapıyordun?
Aslında çok ciddi işler içinde çok kahkahalı çalışıyordum. Bir
holdingde yöneticiydim. Bir aralar mali müşavirdim. Hep gayet ciddi
işler ama sanırım ben bozuktum. Ciddiyet sadece iş kimliğimle
kalıyordu. Eh çalışma hayatımdaki 31 yıl da iyi idare ettim sanırım.

Yoldan çıkıp ne yaptın peki? Yani tası tarağı toplayıp yollara mı düştün, fıçı içinde Niyagara'dan mı atladın, ...?
Ha bire yoldan çıkıyordum zaten. Fırsat buldukça kısa da olsa tatilleri
değerlendirip gezmeye bakıyordum. Evde oturmak bana göre değil. Hiç de
olmadı. Hatta dayım benim için hiç bir yere gidemezse muhtara ikamet
çıkarttırmaya gider derdi.

Piyangodan para çıkarsa bir dünya seyahati yaparım diye uzun süre
kendimi oyaladıktan sonra hesapları yapınca bir yılda Türkiye’de
harcadığım paradan daha ucuza gezebileceğimi fark ettim. Arabamı,
laptopumu satıp işten de istifa edip düştüm yollara.

Harika şeyler yaptım. Teleferiklerle yağmur ormanları üzerinde
dolaştım. Okyanusta köpekbalıkları arasında daldım.Kocaman kaplumbağa
ile yüzdüm. İlk defa denizdekı yunusları besledim. Manastırda kursa
katıldım. Pirinç tarlaları arasında şehirler arası yolda saatlerce tek
başıma yürüdüm. Niagara’ya da gittim ama valla fıçılı veya fıçısız
atlamadım.

Şimdi ne durumdasın?
İyi diyelim iyi olalım vaziyetinde alışmaya çalışıyorum. Yaza doğru
yerleşim yerimi değiştirmeye niyetliyim, bu nedenle de kendimce
birşeyler yapmaya çalışıp gezdiklerimi bildiklerimi paylaşmaya
uğraşıyorum.

Hiç pişman oldun mu?
Hayatta hiç pişman olmadım. Yaptığım herşey o andaki benim doğrum
olduğunu kabul etmem uzun yıllar aldı ama sanırım artık başardım. Yoksa
her an değişen değerlerimle yargılarımla geçmişteki her anımı
sorgulamam gerekir. Bu da bana göre çok zor bir iş. Ben kolayı
öğrenmeye çalıştım, hala da çalışıyorum. Şimdiyi yani anı yakalamaya
çalışıyorum.

Yolda gidenlere, yoldan çıkmayı düşünenlere, düşünmesini istediklerine veya başka herhangi birilerine son bir mesajın var mı?
Kendimi buldum yoldan çıkınca. Neyi ne kadar yapabildiğimi ve gücümü gördüm, fark ettim.

Sadece istemek ama gönülden istemek ve bunun içinde çaba sarfetmek
yeterli. İstedikten sonra biraz da gayretle inanın her şey yardımcı
oluyor.İşler tıkır tıkır gidiyor.

Ben düşündüklerimi yaşadım hatta en sevdiğim insanı bile buldum.

Daha ne olsun. Dünya evim ve ben de sadece odaları değiştirdim.

Siz de bir deneyin bence, beklemeyin çok keyifli derim.

Çok teşekkürler samimi cevapların ve bana katlandığın için

GezerYazar'ın Notu: Aranıyor: İşi gücü bırakıp kendini yollara vurmuş
yoldan çıkanlar aranıyor. İhbar edenlere ödül verilmeyecek, teşekkür
edilecektir...




Sayın ıhsan Deniz, bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Çocukluğunuz, okul hayatınız ve geldiğiniz nokta…

1960 ınegöl doğumluyum. Çocukluğum, babamın memuriyeti dolayısıyla
ıstanbul’da geçti. Ortaokul ve liseyi Bursa’da tamamladım. Tekrar
ıstanbul’da üniversite hayatı ve tekrar Bursa.. Askerlik dönüşü,
Bursa’da 12 yıl tekstil işiyle uğraştım. şimdi Bursa Araştırma
Kütüphanesi’nde yöneticilik yapıyorum.

şiire nasıl başladınız? Sizi en çok yoran şiiriniz hangisidir? Ve şiirlerinizin öyküleri var mıdır?

şiire lise yıllarında başladım, ciddiyetini üniversite döneminde fark
ettim. Hemen her şiirim beni az veya çok yormuştur. Kiminin öyküsü
vardır, kiminin yoktur.

Çağdaş Türk şiirinin bulunduğu yer neresidir? Bir tanım getirilmek
istenirse günümüz şiirini nasıl tanımlarsınız? Örneğin seksen sonrası
şiir tanımlamasına katılıyor musunuz?

şiirin bulunduğu yer, biraz da kendisini görmek istediği yerle
alâkalıdır. Benim herhangi bir tanımlama yapmam ne kadar doğru ve
yerinde olur, doğrusu bilemiyorum. 1980’li yıllara ait farklı bir şiir
çizgisi geliştiğine göre, bu ve benzeri tanımlamalar yapılabilir
elbette. Bence bir mahzuru yok! Yeter ki, anlama/anlamlandırma ve ayırt
etme saikiyle yola çıkılmış olsun.

Sizce imge nedir? Türk şiirindeki imgenin yeri neresidir? Neresi olmalıdır?

ımge, Türk şiirinin merkezinde olmalıdır ve aslında öyledir de…

Öteden beri Türk şairleri, özellikle sözlü şiir geleneğimizde toplumsal
olaylara karşı bir duyarlılık söz konusu idi. Örneğin, büyük bir göçten
tutun bir gelinin suda boğulup ölmesine kadar birçok konuda şiirler,
türküler yazıldı. Ama son yıllarda ülkemiz için büyük bir felaket olan
on yedi Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde pek şiir ya da ağıt
yazılmadı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin bir deprem şiiriniz
var mı? Tüm bunlara hayır diyorsanız şiirin yükü var mıdır?

Benim, herhangi bir ‘konu’da yazılmış şiirim yok! Yazanlara da sözüm yok.. Yeter ki ‘şiir’ olsun!

Hz. Peygamberin “tefekkürü es geçen şiir mide gurultusudur” sözü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Öyle bir söz duymadım!

Son günlerde ödüllü şiir, hikâye yazma yarışmaları yapılmaktadır. Bu
şekilde bir yönelimi şiirin yeniden gelişine, en azından okurun
oluşmasına delalet ettiğini söyleyebilir miyiz?

Hayır, sanmıyorum.

şiirlerinizde mistizmin etkisini görmekteyiz. Bu noktada mistizmi imkân
olarak görenlerin de varlığından haberdarız. Mistizmi şiirin ta kendisi
olarak görenlerden misiniz? Ve bu açıdan kendinizi ıkinci Yeni’ye yakın
buluyor musunuz? Buluyorsanız farkınız nedir? Bulmuyorsanız ortak
yönünüz nedir?

Mistisizmi şiir için bir ‘imkân’ olarak değerlendiriyorum

şiirinizin doğal olarak evrimleştiğini/mükemmelleşmeye yöneldiğini
görüyoruz. ılk şiirlerinizi Edip Cansever etkisinde gören bizlere,
geldiğiniz noktayı söyleyebilir misiniz?

Bunu benim ifade etmem ne kadar doğru olur, bilemiyorum. Bunu başkaları ifade etmeli sanıyorum.

Bir yerde sizin Diriliş Akımı’nın ( Yeni ıslamcı Akım) dâhil
edilebileceğiniz söyleniyor. Sözün kabalığından affınıza sığınarak,
şiirinizin böyle bir himaye içinde görüyor musunuz/ gelişebileceğini,
kendiniz olabileceğini düşünüyor musunuz? devamında ise tüm bunların
yanında, şiirlerinizin yaslandığı yer neresidir?

Diriliş anlayışından etkilendim elbette. Bundan şeref de duyarım
ayrıca. Ancak, bir şair ancak ‘kendisi’ olduğu ve kaldığı müddetçe
sahihtir, sahicidir. Benim şiirimin yaslandığı yer, tüm bir şiir
mîrasımızdır..

Sizce, “Folklor şiire düşman” mıdır? Ya da değiştirerek soralım halk şiirinden modern şiiri bir kapı aralamak mümkün müdür?

Günümüz dünyası içinde, Halk şiirinin modern şiire çaplı, hacimli bir
katkıda bulunabileceğini hiç sanmıyorum. Bugün, Halk şiiri, olsa olsa
‘arabesk’ şiir için bir kapı aralayabilir!

Sizi, “Esrarlı, büyülü ve özellikle şehirli bir şair” olarak tarif
ediyorlar. Bu noktada taşrada şair olmak nasıl bir şeydir ve sizi nasıl
etkiliyor? Kendinizi bu şekilde düşünenlerle, örneğin Necip Tosun’la
paralel buluyor musunuz?

Taşrada şair olmak ’berbat’ bir şey! Taşrada ‘şair kalmak’ ise, çok daha berbat bir şey!

Saf şiir var mıdır? Aranmalı mıdır?

şiir varsa, ‘saf’ı da, ‘katkılısı’ da olur değil mi?

Sanat oturmuş toplumlarda mı daha üretkendir, çalkantılı toplumlarda
mı? Devamında şiirin yeniden gelmesi ya da geri çekilmesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?

şiir için, kaosun veya çalkantının varoluşu önemli elbette.

Popüler kültür (tüketim kültürü de diyebiliriz) içerisinde çok
tüketilen –yani sunulan- şiirlerin veya şairlerin daha ‘sahih’ olduğu
sonucuna varabilir miyiz?

Varamayız!

Türk edebiyatında dergilerin önemi ve yeri tartışılmaz. Yani yukarıdan
inme veya ilk eserleri herhangi bir edebi dergide yayınlanmadan isim
yapmış kaç edebiyatçımız vardır ki... Ancak bugünün edebiyat
dergilerine baktığımız zaman bir gazete gibi kadrolaştıklarını
görüyoruz. Sizce bu durum bir zorunluluk mu, bir tasarruf hakkı mı veya
çaresizlik mi?

Dergilerin ‘kadrolaşması’ gayet doğaldır. Keşke daha fazla
‘kadro’laşabilseler! Estetik/poetik görüş ayrılıkları yüzünden oluşacak
‘kadrolaşma’ya diyecek sözümüz olamaz…

Son olarak yeniedebiyat.com aracılığıyla şiir yazmaya başlayan, şiir yazmak isteyen gençlere ne tavsiye edersiniz?

Edebiyat/şiir dergilerini takip etsinler. Türk şiirinin belli başlı
temsilcilerini tüm eserleriyle okusunlar. şiiri ciddiye alsınlar.
Olmuyorsa, şiirde ısrar etmesinler. Kendilerini paralamasınlar, hayat
daha güzel..

Teşekkür ederiz.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Röportaj Konu Anlatımı ve Örnekler
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
www.forumyok.forumm.biz :: ÖĞRENCİ ÖZEL :: Dil ve Anlatım :: Ders Notları - Konu Testleri-
Buraya geçin: